27 Haziran 2011 Pazartesi

Kitap Listesi

 


Efenim şimdi buraya elimde olan ve okumayı planladığım kitapları yazacağım. Belki ilginizi çeken bir şey olur. Sizde okursunuz. Sonra mesela yorumlarımızı paylaşırız aramızda. Olmaa mı? Bence çok güzel olur. Hedefim bunları yaz sonuna kadar bitirmektir. Aralarında küçükken okuduğum, ama yine okursam daha çok öğrenebilceğimi düşündüğüm kitaplarda bulunmakta efendim.


Neyse ciddi olanlardan başlayalım öncelikle;




  1. Batının Kaynakları Cilt1- Mark A. Kishlansky Açılım Kitap

  2. Batının Kaynakları Cilt2- Mark A. Kishlansky Açılım Kitap

  3. Türklerin Tarihi Pasifikten Akdenize 2000 yıl - Jean-Paul Roux -Kabalcı Yayınevi

  4. Cengiz Han Yaşamı Ölümü ve Yeniden Dirilişi- John Man- Nokta Kitap

  5. Devlet- Platon- Hasan Ali Yücel Klasikler Serisi- Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

  6. Batı Felsefesi Tarihi 1- Bertrand Russel- Say Yayınları

  7. Batı Felsefesi Tarihi 2- Bertrand Russel- Say Yayınları

  8. Batı Felsefesi Tarihi 3- Bertrand Russel- Say Yayınları

  9. Bilim ve Yanılgı- Taha Akyol- Doğan Kitap

  10. İslamda Bilimin Yükselişi ve Çöküşü- Cengiz Özakıncı- Otopsi Yayın

  11. Mesnevi- Mevlana


Evet bunlar okumayı hedeflediğim entel dantel olan kitaplar. Herşeyden okumak lazım bence. Kitap okumanın hakkaten sonu yok. Kendimle en çok gurur duyduğum özelliktir okuyabilmek. Neyse şimdide biraz daha eğlenceli, aksiyonlu, pembe dizi kıvamında, kafa oyalayıcı ve rahatlatıcı kitaplar.




  1. Marilyn Monroe ve Bilinmeyen Hayatı- J. Randy Taraborrelli- Artemis yayın

  2. Ölüm ve Şeytan- Frank Schaetzing- Resif Yayınları

  3. Sufizm Üzerine Konuşmalar, Sır- Osho-Butik Yayıncılık

  4. Human Design(İnsan tasarımı)- Chetan Parkyn& Steve Dennis

  5. Klasik Yunan Mitolojilerinin En güzel Efsaneleri 1- Gustav Schwab- İlya Yayınları


Sanırım bu kadar yeter. Hem muhtemelen okumayı bırakın listede neler varmış die bile bakmayacak çoğunuz. Ama olsun ben yazmış oluyım, rahatlamış oluyım. En kötü kendime liste oldu işte. Aradan okumayı unutuğum olursa bile, burdan bakıp hatırlayabilirim tekrardan. Aslında daha yazardım, bunlardan daha çok kitap var elimde şu anda ( I lav may laybreri)


Ama olsun şimdilik bu kadar.


 

24 Haziran 2011 Cuma

Hiç İnsan Olmadık

 


Gariptir insan. Varlığını, düşüncelerini, ideolojisini, sevinçlerini, üzüntülerini anlamaya çalıştığın her saniye, ömründen koparıp attığın zaman dilimleridir aslında. Çünkü aslında kimse o kadar insan değil. İnsan dediğin düşünen varlıktır derler hep. Düşünen, duygulanan, çevresindeki olayları yorumlayan diye öğretilir bize hep. Oysa ben bu gün size başka bir şey söyleyeceğim. Aslında gün de değil ya, neyse.


İnsan bencildir. Kendinden başka hiç bir kimse ve hiç bir durum önemli değildir aslında onun için. Gece gece düşüncelere daldım yine. Mesela aşk acısı çeken bir arkadaşınız var ise, ve siz bu arada mutluysanız hayatınızda, herşey o an için istediğiniz gibiyse, "Yaaa boşwer bırak yeaaa, senden iyisini mi bulucak? Ondan başkası mı yok?" deriz ya destek olmak adına. Külliyen yalan. Aslında dinlemiyoruz pek fazla o sırada. Kendi mutluluğumuz kör etmiş bizi. Umrumuzda da olmaz aslında, gözyaşlarıyla bakan bir çift göz yok ise karşımızda. Destek olma rolünü oynarız o sırada. Toplumun bize biçtiği bir roldur bu. O bir çift göz bize bakarken, doğamızın gerektirdiği gibi davranamayız. Davranırsak, duygusuz, bencil oluruz.


Nie "Kara gün dostu" diye bir tanımlama var mesela. Neden kara gün dostu olalım? Evet hayat her zaman arkadaşlarla gülüp oynamaktan ibaret değil. Kabul ediyorum. Ama şöyle de bir gerçek var, kendimiz dışında kimse önemli değil bizim için böyle anlarda. Mesela kredi kartı borcu olan bir arkadaşımız varsa karşımızda, "kanka halledersin, kredi falan çekersin, bi şekilde ödersin" deriz dimi? Kimse de çıkıp sahip olduğu herşeyi ortaya koyarak "Kanka tamam ben öderim sen rahat ol, geri ödemek zorunda değilsin" demez.Başka bir örnek, aşk acısı çeken arkadaşımız kendini duvardan duvara vururken, onu yalnız bırakmamak, üzüntüsüne ortak olmak için "Kankit, tamam lan bende ayrılıorum sevgilimden, anca beraber, kanca beraber" demez. Örnekler çoğaltılabilir. Ve eğer bunları demiyorsak hiç birimiz, hiç kimse beni insanların duygulu, düşünceli, bonkör, cömert, karşılıksız iyilik yapabilen varlıklar olduğuna inandıramaz.


Yukarıda bahsettiğim durumlarda aslında bizim düşüncemiz şöyledir;


"Deli mi m.kmişti bu kadar para harcadı, şimdi ödemeye çalışsın bakalım. Kendi düşen ağlamaz." Ya da;


"Ohh çok şükürki, sevgilimden ayrılmadım, ay allah korusun, ama hatayı insan biraz kendinde aramalı boş yere ayrılmadılar heralde.." vs vs vs


Bütün bu iyi sıfatlar, bize toplumun uygun gördüğü sıfatlardır. Böyle davranmalıyız. Tersini yaparsak, hayvan oluruz çünkü. İnsan olmanın tanımı  budur toplumda, bütün içgüdülerimize rağmen.


Şimdi kimse yanlış anlamasın ben, böyle düşünüyorum diye, "Hadi maskelerimizi bi kenara atıp, içgüdülerimize göre, özgürce yaşayalım" demiyorum. Çünkü bu şekilde yaşamaya başlarsak, hepimiz kendi adasına kapanmış olarak, yanlız ve kimsesiz yaşarız. Fakat yaşamak için, mutlu olmak için, kişinin diğer insanlara da gereksinimi vardır. Ve bütün bu bize biçilmiş roller, bu ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır.


Bu söylediklerime katılmayacak olabilirsiniz, katılsanız bile itiraf bile etmeyecek olabilirsiniz. Ama en azından kendinizi kandırmayın, sadece kendi içinizde. Ben sadece tespit insanı oldum gece gece. Bütün bu yazdıklarımın nedeni, belki de 13-14 yaşından beri Nietzsche okuyor oluşumdur. Ben bilemem.


Ama yine de ben, toplumun bize iyi insan olmak için, sahip olmamız gereken bu tanımlamaları benimsemeyi bıraktığımızda, hayvanlardan farklı olduğumuzu düşünmüyorum. Sadece öyleymiş gibi davranıyoruz. Hem en nihayetinde, hayvanların da (bazen, tanıdığım bazı insanlardan daha fazla) düşünebildiği bir gerçek. E o zaman ne farkımız var dimi?


Heh işte aslında yok. İnsan olmak bir tanım, ve biz kendimizi bu tanıma uydurmaya çalışıyoruz sadece. Face it!


 


 

17 Haziran 2011 Cuma

Günlük Tutmak

 

Yine eskilere gitti aklım. Benden 8 yaş büyük olan ablamla farklılıklarımızı, şimdi ben benden küçük insanlarla yaşıyorum. Mesela eskiden günlük tutmak diye bir kavram vardı. Ve bu benim hayatımda 11-12 yaşından itibaren hayati bir kavram olmuştu.


Günlük yazmak için koşardım çoğu zaman eve. Günlüklerim bitiğinde, yeni günlük seçmek çeşitli dükkanlarda saatlerimi alan bir süreçti. Kilitli mi olsun, sayfaları renkli mi olsun kokulu mu? Genelde kilitli olması en önemli unsurdu benim için. Kilitli olsun ki, kimse okuyamasın. Gerçi anneme çok güvenirdim ben. Açık olarak koysam önüne, okumaz diye düşünürdüm. üniversiteye geldiğimde öğrendim yazdığım her şeyi okuduğunu. Evet bir anne sizin hayatınızın sırlarını öğrenmek istiyorsa, bunun önünde hiç bir güç duramaz. Sonra özel kalemler alırdım kendime. Onlarla yazardım. Tam 8 sene boyunca yazdım. Sonra bir çıldırma anımda, yırttım hepsini. Sadece ilk tuttuğum günlük kaldı. Ordaki yazılar "Sevgili Günlük" diye başlardı. Arada sırada okuduğumda, o zamanlardaki hayallerime, saflığıma gerçekten şaşırıyorum.


Şimdilerde ise, 10 yaşındaki bir çocuğun bile blogu var. Oraya yazılıyor her şey, orda paylaşılıyor resimler. Her şey açık, kimse yazılarım gizli olsun, bana ait olsun, kimse okumasın duygusunu yaşamıyor. Kimse okula gittiği zaman, günlüğünü sakladığı yerin ortaya çıkıp çıkmayacağının stresini yaşamıyor. Oysaki ne özeldir o duygu. Günlükler, bana göre herkesin, sadece kendisi için yarattığı sanat eserleri. Öylesine özel, öylesine anlamlı. Şimdi insanlar ne simli kalemler kullanıyor ne de, kokulu sayfaların o tatlı kokusuyla yazıyor. Karşımızda bir ekran, soğuk sert duygusuz. Ve herkes o ekrandan görebiliyor bize cok özel, bize çok ait olan cümleleri. Zaten bunu istiyoruz, sırlara sahip çıkma duygusu yok şimdiki gençlikte. Kendi sırlarına, kendi özeline sahip çıkmasını bilmeyen bir gençlik, arkadaşının, dostunun, kardeşinin sırrına da sahip çıkmasını öğrenemiyor malesef.


Elim ağrırdı mesela benim yazmaktan. Tutmaz olurdu. Beynimdeki cümleleri yazabilmek için ellerim, düşüncelerimle yarışırdı. Sonra dururdum. Elimi sallardım kendine gelsin, ağrısı geçsin diye. Ne tatlı bir yorgunluktu o. Ama şimdi o yorgunluğu sadece ders çalışırken yaşıyoruz. Ve bu sefer tatlı bile gelmiyor.


Kendimi 6-8 yaş küçük insanlarla karşılaştırdığımda, eski jenerasyon olarak nitelendirmeye başladım yavaştan. "Benim yaşadığım bu küçük tecrübeleri yaşamıyorlar" die üzülüyorum. Mesela sanıyorumki, hiç bir ergen, benim katlandığım gibi, kendi düşüncelerini aktarabilmek için elinin ağrısına katlanmak zorunda kalmadı. Hiç bir ergen güzel güzel kalemler alıp onlara gözü gibi bakmadı. Ve hiç bir ergen o renkli sayfaların, tatlı kokusunu içine çekmedi yazı yazarken.


Biz ya da ben böyle büyüdüm. Sırlara sahip çıkmayı, kendi yarattığım bir şeyi gözüm gibi saklamayı öğrendim. Yazdıklarıma değer vermeyi çok küçük yaşlarda öğrendim. Çok büyük bir emek sonucu çıkardı çünkü o günlük yazıları. Kendi yarattıklarına saygı duymayı, değer vermeyi öğrenen insan, zamanla cevresindeki insanların da yarattıklarına saygı duymayı öğreniyor bunun sonucu olarak. Hiç kitap okumamış bir insan için, büyük bir kütüphanenin hiç bir önemi yoktur, ama kitap yazmış bir insan için, kendi zevklerine uymuyor olsa bile, her kitap kıymetlidir. Çünkü o insan görebiliyordur her satırdaki harcanmış olan emeği.


Belki de jenerasyonun böyle bir değişim yaşaması iyi bir şeydir. Şimdi herkes korkusuzca yazıyor yaşadıklarını. Çoğu okuduğum blogta, benim şu yaşımda yaşamaya utanacağım şeylerin, gizleyip saklamadan açık açık yazılıp çizildiğini görüyorum. Bunun altında yatan duygu belki de, yaşadıklarından utanmayan ve arkasında durmasını öğrenmiş bir zihniyettir. Eğer öyleyse ne ala, ama bu seferde benim aklıma şunlar takılıyor;


Eğer yaşanılan her şey bu kadar açık aktarılabiliyorsa insanlara, insan yaptığının arkasında olduğunu boynu dik olarak ifade ediyorsa, pişmanlık ya da utanç yoksa, o zaman nasıl yapılan hataların farkına varıp, ders alınıyor yanlış tecrübelerden? O zaman nasıl insan, hatalarını tekrarlamayarak daha iyi bir insan olmayı, kendini geliştirmeyi başarıyor? Hatalar yaptığını farketmeyen insan, kendi yaşadıklarının her zaman doğru olduğuna inanan ve bunun arkasında sağlam olarak duran insan,nasıl başkalarının doğrularına saygı gösterecek? Kendi özeline değer vermiyorsa, nasıl başkasının özeline saygı gösterecek?


Tabiki her insanın doğruları kendine göredir. Doğru ya da yanlış kavramı toplumsal bir olgu olarak görülse bile, daha çekirdeğe indiğimizde bunun aslında kişisel bir olgu olduğunu görürüz. Benim yukarda bahsettiğim doğru-yanlış kavramı işte tam da budur. Kişiye zarar vermeyen durumlar, eğer o kişi pişmanlık yaşamıyorsa, o kişiye göre doğrudur. Peki ya gizliden gizliye pişmanlık yaşanıyorsa? O zaman demekki bir yerlerde bu kişiye göre yanlış olan bir durum var demektir. Peki o kişi, nasıl bunu farkedip, kendini, yine kendine göre nasıl geliştirecek?


Evet küçükken, "Günlük mü tutuosuunnn yeeaaaa?" diye dalga geçilen bir aktivitenin bence önemi bu kadar büyüktür. Küçükken günlük tutan insanlar (bana göre), çevresine daha saygılı, okumanın ve yazmanın öneminin farkında ve kendini ifade ederken daha etkili olan insanlardır. Bir de tabi, gizlilik duygusunu küçük yaşlarda tanıyan bir insan, arkadaşlarının sırlarını kendi sırrı gibi koruyacak, arkadaşını satmayacak, bundan sebep, daha sağlam dostluklara sahip olan bireyler haline dönüşür.


Ama yine de umuyorumki, bir gözlemden yola çıkarak yazdığım bu yazı, tamamiyle yanlış bir gözlem sonucu yazılmıştır. Bu söylediklerime rağmen umarım, şimdinin gençleri, bahsettiğim bu kavramların farkında olarak yetişiyordur.

14 Haziran 2011 Salı

İş Piskolojisi Dersi

 

Evet ilk defa, aldığım dersle ilgili bir yazı yazacağım. Yani dersin bana ne kattığı, yada ilerde katacağıyla ilgili. Ve bahsedeceğim dersin teknik olmayan seçmeli olması, bölümümün ne kadar bana uymayan bir bölüm olduğunu göstermekte. Bugün hocanın konuştuğu benim kah katılarak kah dinleyerek geçirdiğim 2 saatlik bir dersin, benim düşüncelerimi ne kadar etkilediğinden ve 6 senedir cevabını bulamadığım bir sorunun, mucizevi olarak nasıl bir anda netleştiğini anlatmak istiyorum.


Bu okula girip, aldığım ilk bölüm dersinden beri, hep şikayet ettim. Benim hayattan istediklerimle bu eğitimin ne kadar uyuşmadığına, gerek ailemi gerekse arkadaşlarımı inandırmaya çalıştım. Hep lanet okudum, yaptığım her şeyi istemeden yaptım. Bunalımlara girdim. Sinir ve ağlama krizleri yaşadım. Kendimi ve çevremdekileri suçladım. Okulu pek sallamadığım ilk 2 seneyi çıkartırsak 4 senedir hep mutsuz olmaya şartladım kendimi. Kendim isteyerek yazdım bilgisayar mühendisliğini ve bunun yaptığım bir hata olduğunu düşündüm. Peki bütün bunlara rağmen neden devam ettim? Bu güne kadar, bu soruya verdiğim cevap şöyleydi;


"Evet bölümü değiştirmek istedim. Bunun için ailemi ikna edemedim, gizli gizli değiştirmeye çalıştığımda danışmanımın yanlış yönlendirmesi sonucu, bölüm değiştirme hakkımı kaybettim."


Bu benim 3 cümleyle özetlenen eğitim-öğretim hayatım.Peki bu gün ne oldu da, bazı fikirlerim değişti? Bu derste ben neyin aydınlanmasını yaşadım.


Dersin ilk giriş kısmını yaptığımız bu gün öğrendiğim şey ise şuydu. "Hiç bir şey yapmak zorunda değiliz. İstemediğimiz bir şeyi kimse bizi yapmaya zorlayamaz. Hayatta hep 2 seçim vardır. Ya yaparsın ya da yapmazsın. Sonrasın da ise seçimlerinin sonuçlarına katlanırsın." Hoca bu cümleleri ilk söylediği  anda tabiki 2. paragrafta anlattığım şeyleri düşündüğüm için bunlara katılmadım. Sonra hoca bize çeşitli hikayeler ve numaralarla aslında bu cümlelerin ne kadar doğru olduğunu gözler önüne serdi.


Aslında okumak zorunda değiliz, çalışmak para kazanmak zorunda da değiliz. Sokakta yaşamayı tercih edebiliriz. Ha sokakta yaşamak istemiyorsak, okumamız ve çalışmamız gerekiyorsa, çalışmayı seçiyoruz. Bu durumda, çalışmayı istemiş oluyoruz. Çünkü sokakta yaşamak istemiyoruz. Bunlar benim cümlelerim değil, hocanın cümleleri. Bazı insanlara ters gelebilir, bana da ilk başta geldiği gibi. Yapmak zorunda olduğumuza inandığımız şeyler için, bahaneler bulabiliriz ve bize hak verecek insanlar da çıkabilir. Ama sonuç olarak, bahanelerimiz bize göre ne kadar güçlü de olsa, sonuçlarına katlanan bizleriz. Mesela sokakta yaşamak beni mutlu edecekse, çalışmamayı seçebilirim ve bu seçimimin sonunuca katlanırken bundan şikayet etmeyebilirim. Ama eğer şikayet edeceksem, yani sokakta yaşamak beni mutlu etmeyecekse, ve bunu istemiyorsam, o zaman çalışmayı seçip, istediğim gibi bir hayat yaşayabilirim. Ve çalıştığım içinde şikayet etmem saçma olur. Çünkü bu durumda çalışmayı ben istemişimdir.


Kısaca nasıl bir bakış açısıyla karşılaştığımı anlatmaya çalıştım. Başarılı bir biçimde aktaramamış olabilirim. Ben yine kendi soruma geri dönüyorum; Madem bu kadar nefret ediyordum, o zaman bilgisayar mühendisliğine neden devam ettim?


Ailem zorladı, bölüm değiştiremedim vs vs vs. Aslında bu sorunun cevabının bunlar olmadığını bu gün farkettim biraz geç olarak. Belki bu dersi almasaydım farketmemeye de devam edecektim. Ben devam ettim çünkü aslında gizliden gizliye bırakmak istememişim. Ve şu anda anladığım kadarıyla kimseye "Ben yapmak istemedim, devam etmek zor geldi, BIRAKTIM bilgisayar mühendisliğini" demek ve başladığım işi yarım bırakmış bir insan olmak istemedim. Şu ana kadar, ailemi ikna etmeye çalışmam ya da danışmanımın yanlış yönlendirmesini öne sürmem, benim bölüm değiştirmediğim gerçeğini değiştirmiyor. Ve aslında gerçekten bırakmak isteseydim, babamın bütün blöflerini görüp, ev kızı olmayı bile göze alarak bu bölümü bırakırdım. Ama öyle olmayı seçmedim. Çünkü öyle yapmış olsam da mutlu olmayacaktım. O sonuç beni mutlu etmeyecekti. Ve ben farkında olmasam bile, bilgisyar mühendisi olmayı kendim seçmişim. Bilgisayar mühendisi olduğumda gerçekleşecek olan varsayımlar, bilgisayar mühendisi olmadığım zaman gerçekleşecek olan varsayımlardan daha çekici gelmiş bana. Aslında bu böyleymiş, ve bu 4 sene boyunca söylediğim bütün olumsuz cümleler, şikayetler ve suçlamalar kendimi oyalamaktan öteye geçmeyen bahanelermiş.


Evet ben son aldığım derste, daha yeni başlamamıza rağmen bunları öğrendim. Kendimi hiç bu kadar hafif, mutlu ve aydınlanmış hissetmemiştim. "Neden bilgisayar mühendisliğine devam ettim?" sorusunu daha önce hiç bu kadar net cevaplandıramamıştım. Kendime bile. Uyuyormuşum da haberim yokmuş.


Geç olsun da güç olmasın ama değil mi? Neyse 2 saatlik bir ders sonucunda, daha önceden hiç bir derste yaşamadığım şekilde vizyonumun genişlediğini, görüş açımın farklılaştığını hissediyorum. Sanırım bu dersi almam yaptığım en güzel şeylerden biriydi.

9 Haziran 2011 Perşembe

Çocukluk Anılarım

 

Duygulandım şuanda. Twitterda 90'lar la ilgili bir muhabbet gerçekleşince hisleniverdim yazmak istedim çocukluğumu. Şimdi efendim benim çocukluğum öyle normal bir çocukluk olarak geçmedi. Pek sokağa çıkamazdım astımdan dolayı. Diğer çocuklar gibi koşturup oynayamazdım. Ve bu kötü bir şey değildi benim için. Çok şükür en iyi tedaviyi gördüm. Şimdi nankörce sigara bile içebiliorum.


Kendimle ilgili bana anlatılan ilk hikaye, evde kendi kendime geliştirdiğim oyundur. Muhtemelen 'Iyk' diyeceksiniz. Olsun. O zamanlarda yediğim zeytin çekirdeklerini odama kadar koridora dizermişim ben. Ve bu işlem haftalar sürermiş. Birisi yanlışlıkla yürürken sırayı bozarsa sapık gibi ağlarmışım. Sonra bir de hayali arkadaş muhabbetim vardı. Onu zaten çeşitli ortamlarda ve yazılarımda bol bol andım. Onunla ilgili söyleyeceğim son şey, annemin bana kızdığında beni değil onu cezalandırmasıdır. Balkona kitlerdi Kuki'mi. Bende üzülürdüm, daha uslu bir çocuk olurdum belli bir süre için. Bunun dışında genellikle kaldığım hastaneleri hatırlıorum o dönemlerle ilgili olarak. Mutluydum ama hemşire ablaları çok severdim. Hastaneye gitmek, evde olmaktan daha normal bir şeydi benim için. Üzülmeyin lan.


Neyse ilkokulda tam 3 kere okul değiştirdim 5 senede. Birinci sınıfta aşık oldum bir çocuğa. Herkes dalga geçti benimle. Piskolojim bozuldu. En sonunda okuldan aldılar beni. Sonra o aşık olduğum çocukla Anadolu lisesini kazandığımda aynı sınıfa düştük. Kanka olduk. Hala en eski arkadaşlarımdan biridir kendisi. İlkokul 3te nerden estiyse ( Ki ailem asla beni ders çalış diye zorlamazdı) ben en iyi okullardan birinde okuyacağım dedim. Artık ders çalışmanın o kadar bokunu çıkarırdımki, babam kitapları camdan dışarı atardı. 'Yeter çalışma artık' die. En büyük eğlencem atasözleri-deyimler sözlüklerini ezberlemekti. Eğlencesi sözlük ezberlemek olan bir çocuktum ben. Şimdi neden normal olmamı bekliyorsunuzki? 5. sınıfta bizim apartmanda yangın cıkmıştı ve kapıcının kızı vefaat etmişti. Ben yanmış cesedini görmüştüm ama anneme dönüp "Kursun servisi yarım saate gelir, yukarı çıkıp kitaplarımı alalım mı?" demiştim. Ne bir travma yaşadım ne bişi. Kursa gittim o gün. Ders çalıştım. Bir daha da bunu konuşmadık. Şimdi bile düşününce etkilenmiorum o görüntüden. Neyse bu sapık gibi çalışmamın sonucunda Galatasarayı kazanamadım die açlık grevine girmiştim ki, bu tedavi gördüğüm zamanlarda büyük bir sıkıntı yaratmıştı.


Biraz daha eğlenceli olanlara geçelim şimdi. Yazlıkta beni her gün döven bir çocuk vardı. Ufak tefek bişiyim, karşı gelemiorum. Gidip babama sölemiştim, babamsa "Kendi işini kendin hallet" demişti. İzin çıkmıştı yani. Sonra gidip çocuğa saldırıp dişini kırmıştım. Hikayemiz ben, annem, babam çocuğun ailesinden özür dilememizle sonlanmıştı. Gerçi ben özür dilememiştim yine de. Haketmişti çünkü.


Sonra izlediğim diziler, çizgi filmler vardı. Jetgiller, şirinler, taş devri, heman, zeyna, herkul, clarissa, sabrina hayal gücümün bu kadar geniş olmasının sebebidir. Ama ben sapık olduğum için haftada sadece 2 saat tv izleme izni verirdim kendime. Deliydim işte. Neyse o günlerden, mezun olamadığım bu günlere gelmem çok efsanevi bir değişim olmuş.


Oynadığım oyunlar vardı birde. Pandemonium adlı oyuna harcadığım saatleri, şimdiki yaşımla orantılasak bile, çeyrek ömrümden fazla olabilir. Hala bendeki yeri ayrıdır. CD'den oynanırdı o. Birde Prehistorix die bir oyun vardı, disketten oynanırdı. O disketler bozulurdu, bıkmadan usanmadan alırdım oynardım. Athena'nın ilk albumunun çıktığı zamanlardı, sapık gibi onları dinlerdim. Bir de OffSpring hastasıydım. Bir ara fena paten kayardım, bünyemin izin verdiği kadar. Patenci olmak gibi bir akım vardı  o zamanlarda. Bol pantolanlar, dar tshirtler, zincirler. Ama asla metalci olmadım ben. Patenci olan metalci olmazdı çünkü.


Hayatım boyunca istediğim ama elde edemediğim 2 şey vardır şu hayatta. Bir tanesi akülü araba ( bana akülü araba almayan babam, benzinlisini de almayı düşünmedi) bir de barbie evi. Barbie evi hikayesi bambaşkadır. Babam çok seyahet ederdi işinden dolayı. Her gittiğinde oyuncaklarla geri dönerdi. Bir gün yine bir seyahatteyken, haber geldi, bana barbie evi almış geliyormuş. Ben heycanla barbie evi beklerken, bavulundan çıkan avuç kadar bir kutunun içinden, ev aksesuarları (posta kutusu, paspas, perde) çıkmıştı. Meğersem babam sarhoşken alışveriş yapmış. Evet barbie evim olmadı ama en kral aksesuarlar bendeydi. Lakin yine de baya üzülmüştüm. Sonra bi daha istemeyi de gururuma yedirememiştim. Birde Pony'ler vardı o zaman. Onları da çok severdim.


Hayatımda ilgilendiğim bir şey olsun diye çok kursa gittim ben. İlk önce baleyle başladı maceram 6 ay sonunda hocam, annemi çağırıp 'Siz bu kızı en iyisi spora yönlendirin' demişti. Yeteneksizlikte sınır yok. Sonra Basketbol kursuna yollamışlardı beni. Fakat o maceramda bir kriz sonucu hastane de sonlanınca sıra gitar kursuna gitmeye gelmişti. Tam 3 sene gitar dersi aldım. Peki noldu? Notaları bile öğrenemedim. Tek öğrendiğim şey, telefon ahizesinden çıkan sesin LA notası olduğu ve gitarı buna göre akord edebilceğimiz. He akord etmeyi de hiç öğrenemedim. Hiç tutmadı o 2 ses. Universiteye gelince hobiymiş falan bıraktım o işleri tamamen. Olmayınca olmuyor işte. 10 parmağında 10 marifet bi insan değilim. Sadece 10 parmak klavye kullanabiliorum. Yok galba kullanamıorum aman nebilim be işte. Duygulandım.


Hem duygulandım hem yoruldum, çok uzun oldu be. Neyse içimden gelirse devamı, yazarım. Gelmezse yazmam. Ha bu arada ben şarkı da söyleyemem kesinlikle. Şarkı söylemek benim içinde sadece çığlık atmak demek.


Neyse ben kaçar.


 

Allı Pullu Bir Bebeğim Ben

 

Şu anda yazmak istediklerimin gelişme bölümü var sadece aklımda. Giriş ve sonuç bölümünü oturtamıyorum bir türlü. Ama yazmayı kendime eziyet halime getirme taraftarı olmadım hiç bir zaman. Zaten düşünceleri ifade ediyor olmak, sınavda kopya çekmek gibi bir eylem değil. İçinden nasıl geliyorsa öyle çıkmalı cümleler. Hatta belki imla hataları bile olmalı içinde. Lakin 'Undo' tuşu yok hayatta.


Kendimden beklentilerim var benim. Dışardan ne kadar boş, allı pullu gözüktüğümün bir çok insanın gözünde sarışın salak olduğumun farkındayım. Eskiden umrumda olurdu, artık pek takmıyorum. Çünkü artık 'Benim hayallerim var' demek yerine 'Benim hedeflerim var' demeyi öğrendim sanırım. Peki nie bunu oturdum yazıyorum şimdi? Evet benim kendimden beklentilerim var. Diğer insanların beklentilerinden farklı kendim için kurguladığım planlar. İşte bu yüzden onların beklentilerini karşılamıyorum. Karşılamayınca, salak sarışın olarak sıfatlandırılmam normal kaçıyor. Çünkü kimse saygı duymuyor kendinden farklı olana. Kızmıyorum artık. Yalnızca üzülüyorum karşı tarafa. İnsanların kendilerine yarattıkları küçük dünyalar dışında bir dünya hatta dünyalar olduğunun farkına varamadıkları için sadece acıyorum. Onların beklentilerini karşılamıyorum. Yapamayacağımdan değil, yapmak istemediğimden.


Aileme artık kızmıyorum mesela. Şu hayatta nefret ettiğim fakat yapmak zorunda olduğum sorumluluklarım var. Aileme göre, bir şey yapmak zorundaysan, sevmekte zorundasın. Aşamıyorlar bunu. Öyle yetişmişler. Anlatmaya çalışmıyorum. Benim için, kendilerine göre en iyi ve en hayırlı kararları alıyorlar mesela. Sevebilsem onların mantığına göre, hayat ne kadar da kolay olacak aslında bana. Çünkü seversem, isteyerek yaparsam, en iyisi olacağımı biliyorlar. Ama ben sevemiyorum, sevemeyeceğim. Zorunluluklar sadece aşmam gereken basamaklar benim için hayatta. Hem bana göre bir konuda en iyisi olmayacaksan, hiç başlamayacaksın. Ya iyisindir bir konuda ya da kötü ortası yok malesef benim mantık çerçevemde.


Evet aileme kızmıyorum artık ama çevremdeki insanlara çok sinirleniyorum. Onların seçtikleri yoldan gitmeyi seçmiyorsun diye, işe yaramaz olarak sıfatlandırılıyorsun. Sen onların ilerlediği yollara tükürmek istiyorsun diye adam yerine koymuyorlar seni. Ama sonra bir şey öğreniyorlar seninle ilgili. Şaşırıyorlar. Seni işe yaramaz olarak adlandırdıkları için elde ettiğin başarıları ya da en basitinden hayata tutunma, kendini kanıtlama çabanı garipsiyorlar. Sanki olamazmış gibi. Sanki senin sahip olduğun hedefler, dünya görüşü ve idealler yokmuş gibi davranıyor bu insanlar. Sonra 'Neden söylemedin?' diyorlar. Bende 'Neden söyliyim ki?' diyorum. Adam yerine koymadığın bir insanın hayatında nelerle uğraştığını bir anda merak etmeye neden başlıyor insanlar? Samimiyetsiz.


Oysaki saygı duymasını bilebilse insanoğlu, kendi gibi olmayana, düşünmeyene itibar edebilse ne güzel olurdu. Bizden farklı diye aşağılamasak insanları, onları sıfatlandırmaya çalışmasak, kim bilir belki bizde bakmadığımız pencerelerden bakıp, yürümediğimiz yollar hakkında bilgi sahibi olabileceğiz. Ama yok malesef. İnsana saygıyı bırak, hayvana saygısı bile olmayan bir toplumun üyeleriyiz hepimiz. O yüzden olmuyor. Hep geriliyoruz, hep geriliyoruz.