11 Mart 2012 Pazar

Gökkusağım

Pembe bulutlarla cevriliyken etrafım
Buldum bir gökkuşağı
Ne bitişinde ne de başladığı noktada
Altın olmayan
Boyadim bir bir
Eksik renklerimi
Simler attım bir de üstüne

O boyarken kalbimi
Ben çoktan çıkartmıştım
Pembe çerçeveli gözlüklerimi
Büyümüştüm hesapta
Aşk yoktu hem
Aşık olmak yoktu
Der Nietzsche

Pembeliklerden el sallarken ben
Düşünürdü eğer yaşasaydı Nietzsche belki de
"Acaba bilseydi Salome böyle sevmeyi,
Hiç bu hiçlikte kaybolur muydum?"

Pembeden bulutlarım
Ve gökkuşağının renkleri var ruhumda
Onunla,
O benimle

8 Mart 2012 Perşembe

KONY


Yataklarınız sıcak mı dostlar? İşe gitmek çok mu zor geliyor? Ya da yorulunca taksiye mi biniyorsunuz? Daha başka ne şikayetleriniz var şu hayatta?

Kimsenin derdi kendine küçük değil. Evet, hepimizin derdi o kadar büyükki, kendimizden başkasının derdini dinlemeye bile tahammülümüz yok.
Yukardaki videoya bi zaman ayırıp izleyin o zaman.

Invisible Children*, bir fikirden ortaya çıkıyor. Tek bir adam, tek bir çocuğun hikayesini dinliyor. Ve Dünya'yı değiştirmek için her şeyini ortaya koyuyor.

O çocukların yatakları yok sığındıkları. 1 adam, Kony, 30.000 çocuğun kabusu oluyor. Tam 22 senedir. Durduran yok, hatta bu videoya kadar o adamın ismini duyan bile yok belkide ülkemizde. Ve o sadece bir adam. Daha nice ismi bilinmeyen caniler, katiller, soysuzlar var bu Dünya'da. Ve biz bilmiyoruz. Tam gözümüze sokulana kadar gündelik işlerden dert yanıyoruz. Bu kadar basitiz işte.

Yarım saatlik bir video evet, bizim yapabileceğimiz şey sadece izlemek, paylaşmak, üstüne yazılar yazmak. Ama bu çocukların kurtuluşu işte burdan umut buluyor. Başka bir adam, sesini duyuruyor. Ve ben bu gün en azından ne kadar sanslı olduğumu bir kere daha farkediyorum. Göz yaşlarım uzun zamandan beri hiç bu kadar anlamlı olmamıştı.

Her şeyde olduğu gibi, bu videonunda belli amaçlar ve çıkarlar uğruna ortaya çıkarıldığına dair söylemler var. Doğruda olabilir ki, muhtemelen doğrudur. Dünya düzeni çıkarlar üstüne kurulu sonuçta.Fakat bazı çıkarlar gözetilirken, eğer bir çocuk bile kurtulabiliyorsa, Uganda da neler olduğunu bilmeyen bir insan bunu öğreniyorsa, bence bu bile yeter. 

Kaldı ki, Ugandaya kadar gitmeye bile gerek yok. Bizim ülkemizde de, terör örgütleri aynı şekilde çalışıyor. Yani bence bu video yalnızca tek bir ülkeyle alakalı değil. Terör mağduru her ülkede işler böyle yürüyor. Yalan olabilir bu video, ben izlerken boşuna ağlamış olabilirim, gerekli araştırmayı yapmadan bu yazıyı da yazmış olabilirim fakat bu videonun (belki) yalan olması, Dünya üstünde böyle örgütlerin olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Kaçırılan, zorla ailelerini öldürmek zorunda kalan, kardeşlerinin boğazı kesilen çocuklar / insanlar gerçekten var.
Bu videoyu paylaşmak bu yazıyı yazmak hiç birşey değiştirmiyor evet. Sadece ben rahatlıyorum. Ama bu videonun ortaya çıkmasını gerçekleştiren adamın da yaptığı tek şey, olayı duyurmaktı. Yazmaktı, çizmekti, konuşmaktı. 

Benim şahsen yazmaktan ve bu videoyu paylaşmaktan başka yapabilecek bir şeyim yok şu anda.
Ama şurdan yola çıkarak yazdım bu yazıyı;

Bir fikir, bir adam, Dünya'yı değiştirebilir. Susanlar için sesini duyurabilir. Ve belki de bir hayatı bile kurtarabilir.

Yetmez mi?

* Görünmez Çocuklar

7 Mart 2012 Çarşamba

Gerçekten?

Beğendin mi gerçekten?
Senin kelimelerini sana söylemem mi, yoksa benim o kelimelerini sana söylemem miydi hoşuna giden?
Mutlu oldun mu?
Mutlu edebildim mi?
Neden sustun şimdi bir anda?
Neyse bende sustum. Olmadı bu yazı olmadı bu çocuk.
Ama bazen 2-3 cümleyle bile ne derinlikler anlatılıyor.
Sence de öyle değil mi gerçekten?

2 Mart 2012 Cuma

Kaçmak Vardı


Seninle kaçtığımı düşündüm demin. Kaybolmak istediğim, her şeyden darlandığım bir anda, bütün eşyalarımı geride bırakarak senle kaçtığımı düşündüm.

Arkadaşlarla masadayız, muhabbette. Rakı içmek istiyor o anda canım. Tek içerim ben rakıyı, ama durmam. Zorla durdurulmaya çalışıyorum. Kendim olamıyorum adeta. Kelimelerim mühürleniyor ağzımı her açtığımda. Boğazımdan aşağı inen sıcağa rağmen bir türlü rahatlayamıyorum. Koyveremiyorum kendimi. Kendimi ifade etmek için süslü püslü deri bir eldiven geçirmişim sağ elime. Sigara içiyorum o elimle. Sol elim boşta. Bol bir erkek pantalonu var altımda. Ve üstünde süslü püslü parıltılı simli bir t-shirt. Spor ayakkabılar. Çakışan tarzların uyumsuzluğunu taşımayı seviyorum üstümde. Bir tek öyle ifade edebiliyorum kendimi. Fakat o eldiven yüzünden yemediğim laf kalmıyor. İnatla çıkarmıyorum. Herkes herşeye müdahale ediyor. Gerildikçe geriliyorum, darlanmalar geliyor, kaçma isteği. 
Tam o anda kalkıyorum yerimden. Hava almaya. Amacım biraz yalnız kalmak, tek başıma da olsa kendime kendim olabilmek. Kapının önüne çıkıyorum. Çantasız gelmişim o gece, erkek pantalonum var ya herşeyi sıkıştırmışım ceplerime. Hava almaya çıkıyorum ama yakıyorum yine bir sigara. Sol elimi kendi belime sarıyorum. Sağ elimin dirseğini belime yaslıyorum. Sigara ağzıma yakın duruyor. Hiç bir duman kaçsın gitsin havaya karışsın istemiyorum. Kafamı kaldırmadan yerdeki taşlara bakarak sömürüyorum o sigarayı. Titriyorum hafiften. Soğuk değil hava, ben sinirden titriyorum. Tam o sırada sen geliyorsun, yüzün yok, sesin yok. "Üşüdün mü? diyorsun.
Sinirliyim ya, o sırada senden çıkarmaya çalışıyorum sinirimi. Sanki seni tanıyormuşum da hoşgörürsün diye düşünüyorum. Kafamı kaldırmadan "Hayır" diyorum. Aslında o sırada yanıma gelmesini beklediğim insan sensin de, ben farkında değilim sanki. Kafamı kaldırıp sana bakıyorum. Seni daha önce hiç görmemişim ama sanki gözlerinden bir tanıdıklık var. Sanki kimsenin anlayamadığı hislerimi okuyorsun gözlerimden. Kızmıyorsun sert sesime ama ben yinede özür diliyorum senden. Gülüyorsun. 
"Kaçmak ister misin benle, belliki gitmek istiyorsun?" diyorsun. O kaçma isteğini hissediyorsun gölgemde. Bir içeri bakıyorum, "Şu anda şurdan tanımadığım bir adamla gitsem, belki sapıktır tecavüz eder sonrada öldürür" diyorum.
"Ama belki de kendim olabilirim onun yanında" diyorum.
İkinci belki ağır basıyor. Her şeyi herkesi geri de bırakmayı göze alıyorum bir an için. 
Kafamı sallıyorum. İçeri son bir kez bakıyorum, yokluğum farkındalık yaşamayı haketmiyor. 
Elimi tutmuyor, fazla yaklaşmıyorsun bana. O anda nereye kimle gittiğimin bir önemi yok zaten.
Varlığın bile yetiyor. Varlığınla bile ben kendim oluyorum senin yanında.
Hiç bir yere ulaşmıyoruz seninle, bir yere varmıyoruz. Ben bir yere varmak istemiyorum zaten, bu yolculuk hep devam etsin, ben hep kendim kalayım, hiç bir maske takmayayım istiyorum.
Sonra bitiyor bu sahneler, aklımda bir hayal kalıyor.
Ve biliyor musun biz aslında seninle hiç karşılaşmadık, hiç konuşmadık, hiç tanışmadık ve hiç göz göze gelmedik.
Ama sanki kendim olabilirim senin yanında.


İş sabahı

Şuanda şirkette bir iş sabahındayım. Mesai başladı aslında fakat nedense üstümde bir rahatlık var, öyle bir rahatlıkki yazı yazıyorum işte..

Artık eskisi gibi yazamamamın bana göre birden fazla nedeni olsa bile, sanırım en çok etkili olanı artık kitap okumaya zaman ayıramıyor oluşum. Hayalgücümü çalıştıran şeymiş kitap okumak. Kitap okumayınca pek fazla düşünmüyor insan, hayaller kurmuyor, kendi içine dönmüyormuş. Ya da sadece ben böyle hissediyorumdur kim bilir.

Bu aralar Immanuel Kant'ın Biyografisini okuyorum. İş Bankası Yayınları- Manfred Kuehn. Böyle filozofların biografilerini okumak zor aslında, bilmediğiniz bir sürü terimler çıkıyor, okuyorsunuz okuyorsunuz araştırıyorsunuz sonra bir şey oluyor "Anaaamm buu, bumuymuş?" diyorsunuz. Ama onu çözene kadar beyin çalışıyor, düşünüyor, aynı kelimeye farklı anlamlar yükleyip en mantıklısına ulaşmaya çalışıyor. Bunu benim gibi hayalperest bir insan yapınca tabi aklımın içindeki ortamda tam bir şölen havası.

En son "Pietizm"e takmıştım. Okudum okudum araştırdım, ingilizce yaptım bu araştırmaları daha çok. Ben daha çok böyle hem dinsel hem felsefi bir akım olarak düşünürken sonunda anladımki bildiğimiz "Protestanlık" anlamına geliyormuş. Gerçi hem dini hemde felsefi bir akım olarak sayılabilir bence.

Biyografi kısmına daha yeni geçmiş olmama rağmen, (giriş bölümü baya uzun ve anlaması, takip etmesi zorluydu), okuduğum ve düşündüğüm kadarıyla, zaten felsefe ve din hep iç içe. Bazen bazıları için dost bu iki kavram, bazıları için düşman. Ama yine de hep iç içe. Okullarda okutulan kitaplar hep dinlerin Kutsal Kitapları. Sanırım o zamanlarda pek fazla yazılı kaynak olmamasından dolayı, Kutsal Kitaplar ders kitabı gibi işleniyor ve yorumlanıyormuş.
Ülkemizde kuran kursları, imam hatipler falan var biliyorum ama ben hiç gitmedim, ama günümüzde ders kitabı gibi Kutsal Kitap okumak yorumlamak baya garip bir şey olsa gerek. Cebir dersleri falanda var fakat hep ağırlıklı eğitim bu Kutsal Kitaplar üstünden.

Mesela şuanda o zamanlarda yaşasaydım nasıl olurdu diye düşünmekteyim. Hayalgücüm bunu zorluyor şimdi. Belki kendimle ilgili bir şey keşfederim diye.

Kitap okumanın en çok bu kısmını seviyorum. Okuduğunuz kitap çok ciddi bile olsa, okurken zorlansanız bile, size yine de bir şeyler katabiliyor, sizi alıp bir yerlere götürebiliyor. Ve eninde sonunda o kitap bittiğinde, ilk okumaya başladığınız andan daha farklı bir insan oluyorsunuz.

Aman neyse, başlığıma bak yazdıklarıma bak şimdi. Ama değiştirmiyorum yinede başlığı, hoş görün nolur.