16 Ağustos 2011 Salı

Tık Ediyor Bazen

 

Tık eden anlar oluyor bazen insan hayatında. Şalterler atıyor. Farkında olduğun problemlere katlanmaya devam edemiyorsun sonrasında. O anda düzeltmek zorunda kalıyorsun.


Mesela bazen atar şalterlerde evde. O zamana kadar zorlanmıştır teknolojinin geldiği son nokta. Elektrikli süpürge, buzdolabı, 3-5 bilgisayar, çamaşır makinası. Ve sonra bir tık!. Bitiyor sonra. Duyuyorsun o tık sesini ama engel olamıyorsun. O kadar zorladıktan sonra o son çırpınış işe yaramıyor. Karanlık oluyor, sessizlik çöküyor. Hep bir şaşırmaca yaşanıyor o karanlığın ilk saniyesinde. "Aaaa nie şimdi böyle olduki?" Zorladın çünkü. Olmayacak bir şey için harcadın o eforu. Kaldırmıyor işte sistem. Bi durmak lazım, sakinleşmek, bi oluruna bırakmak. Lazım!


İnsandaki olayda buna benziyor. Hatta tıpatıp aynısı. Cinnet anı falan da değil üstelik. Tık ediyor düşünceler. O zamana kadar "Tik tak Tik tak" Geriye sayıyorsun, üstelik geriye saydığının da farkındasın ama o saniyeye kadar vazgeçmiyorsun zorlamaktan.


"Hakkaten olması gereken buydu." diyorsun. Diyorsun da , o ilk saniye de üzülüyorsun sende. Aslında kalkıyor omuzlarından, seni uyutmayan o düşünceler. Yaşadığın rahatlama, sonra buluyor seni. Öncesi çaresizlik. Karanlıkta otururkenki o ilk çaresizlik. Gözlerin alışıyor zamanla. Gündüz gözü gibi olmasa da, 3-5 bişi görüyorsun yine de. Farkına varıyorsun. Farkına varınca bir şey mi oluyor?


Hayır olmuyor aslen. Ama tık atıyor. Tik tak'lar bitiyor. Evet özgürsün artık, o karanlıkta yatıp uyuyabilirsin hiç bir şey olmamış gibi, ya da karanlıkta yolunu bulmaya çalışabilirsin. Tamamen sana kalmış, sana özel bir karar o. Sadece sana özel.


O ilk saniye, yalnızlığı en çok hissettiğin o an. Korkutucu, sarsıcı. Kendini ne kadar hazırlamış olursan ol, o an, tıktan sonraki, işte o anı atlatırsan, daha da sırtın yere gelmez. Eğer vazgeçmez isen kendinden.


Sendin çünkü aslında, zorlayan sistemi. Bazı zamanlar, bazı anlar, bazı kişiler uymuyor birbirine. Olmuyor yani. Naparsa yap olmuyor. "İki kişide isterse olur." diyorlar. Ama yok en büyük yalan. 2 kişi isteyince de olmuyor. Yine de ölüm yok sonunda. Hayat devam ediyor. Belki de o tık, en doğru kararın oluyor. Ya da en yanlış. Bunun cevabını karanlıkta kalarak bulamazsın. Unutma sen ışık kadar parlaksın. Eğer istersen.


Neyse işte o bir tık anı, günlerden, aylardan beri süren tik taklar. Bitiyor. Sen bitiriyorsun.


O karanlıkta kalıp vazgeçmek sana kalmış.


Tekrardan parlamansa an meselesi.


Sana kalmış her şey.


Sende bitmiş.


Gerisi en büyük yalan.


Çünkü bazen, 2 kişi isteyince de olmuyor.

7 Ağustos 2011 Pazar

Ahhh


Ahhh diyorum içimden, ahhh ve devam ediorum. Ne çok sevdim seni. Çok oldu seni seveli. Bir çırpıdaydı. Seni Sevdim ve koştum sokaklarda. Sen bilmiyorsun. Anlatsam da inanmayacaksınki seni sevmeye başladığım geceye. Senin için, yanından kaçıp gittiğim bir gecenin sabaha uyanışıydı. Benim için..benim içinse hiç uyumadan uyanmaktı. Ve şimdi uyurken izliorum seni. Uyan istiorum, çünkü ben seni uyandırmaya kıyamıyorum.


Aslında özel bu cümleler, sadece sana özel. Neden buraya yazıyorum bilmiyorum. Girip okursan yazdıklarımı, süpriz olsun diyedir belki. Bilmiyorumki. Geçen senelere rağmen hala seni düşününce içim kıpırdıyor. Üstelik şimdiye kadar sıkılmam lazımdı. Rahat batardı çünkü bana eskiden. Sonu ayrılıkla biten kavgalar etmek eğlenceli gelirdi.  Sanırım birini kaybetmekten hiç bu kadar korkmadım. Ya da belki de korkmuşumdur. Ama hiç bu kadar geçmişimi unutmamıştım. Bundan eminim. Sana son aşkım derken, ilk aşkım da demek isterdim. Ama o zaman içimdeki sevginin büyüklüğünü bilir miydim, yoksa harcarmıydım seni? Bilemedim.


Ve işin garip yanı, seneler sonra bu yazıyı okursam, yanımda sende olsan mesela. Yalan olmasa bu satırlar. Ben seni unutmak zorunda kalmasam. Öldürmesem midemdeki kelebekleri.


Evet, ilk defa gerçekten ilk defa, her geçen gün daha çok seviyorum seni. Giderek azalmıyorsun. Senin farkın bu kadar işte. Az gelmesin. Bunun ne kadar önemli olduğunu bilemezsin benim için.


Giderek azalmıyorsun, ve uyuyorsun şu anda. Ben Uyan istiyorum, çünkü seni uyandırmaya kıyamıyorum.


25 Temmuz 2011 Pazartesi

Ne Kadar Sacma

Bir çok şey saçma hayatımızdaki. Hiç bir anlamı yok çoğu eylemin. Naparsak yapalım nefes alıp vereceğiz, ve sonra bir gün artık nefes alıp vermeyeceğiz. İkisi arasındaki zamanda yaptıklarımız bizi mutlu eden şeyler olmalı bana göre. Zorunluluklarımız değil. Fakat tabiki de böyle olmuyor. Aslında ne kadar da saçma. Baya baya saçma aslında. Ha bu arada bu yazı da saçma. Hiç bir şey değiştirmeyeceği gibi muhtemelen beni anlayan biri de olmayacak. İntahara meyilli bir insan bile değilim. Dramatikte değilim. Öyle allı pullu cümleler kurup sizi can evinizden de vurmayacağım. Aşk acısı falan da çekmiyorum, bende kendinizden bir şeyler bulmayacaksınız yani,e kafanızı kaldırıp okumanıza gerek yok o zaman. Baya baya sıradanım yani ben.Baya baya da saçma.


Nefes alıp veriyoruz falan filan. İnsanlarla iletişim halindeyiz bunu yaparken çoğu zaman. Uğraştığımız olaylar, çevirdiğimiz muhabbetler aslında baya baya boş. Mesela bir insana olan nefretimin bu kadar kuvvetli olacağını tahmin etmezdim. Bu kadar midemi bulandırabilceğini hiç düşünmezdim. Ve onun çevremde olması, onun benle/ benim onunla uğraşıyor olmam sadece zorunluluktan. Hani "Sikerler" bile diyemiyorum, aslında diyorum ama içimden. Seslendiremiyorum. Hakkım yok çünkü. Zamanında kime ne kötülük yaptıysam, başıma gelen herşeyi hakediyorum sanırım. Çek o pis ellerini üstümden artık. Rahat ver, bırak nefes alayım, çünkü gün gelecek ve ben artık nefes almayacağım en nihayetinde.Rahat bırak o güne kadar beni. Konuşma, dokunma, yorum yapma, varsayımlarda bulunma, benim iyiliğimi istiyormuş gibi davranma. Yalancısın çünkü sen, yalancı, ikiyüzlü, sinsi tehlikeli bi sürüngensin. Evet tam olarak senin için bunları hissediyorum. Sesimin hiddeti seni korkutabilecek kadar yüksek. Bütün bu yazdıklarımdan sonra, bir maske yüzüme geçirdiğim, ve bir bıçak dudaklarımda, beni dilsiz bırakan. Saçma sapan oyunlar sonrasında. Fiziksel değil sadece, piskolojik de aynı zamanda. Çek ellerini üstümden be adam.


Ve sonra başka saçmalıklar, her tarafımda, 4 bir yanımda. Vıcık vıcık yapış yapış. Üstüne alınma be artık adam. Geçtin gittin sen çoktan. Rüzgarda kokun bile kalmadı. Çoluk çocuk muhabbetiyle oyalama beni. Görmüyor musun nelerle uğraştığımı? Görmüyor musun, "Yapamazsın" dediğin şeyi yapmaya ne kadar yaklaştığımı. Söylediğim her şeyi, yazdığım her satırı, alınma üstüne artık be adam. Bırak nefes alayım.


Üstüme gelmeyin sizinle görüşemiyorum, yanınıza gelemiorum die. Nasıl bu kadar küçük görürsün sorunlarımı? Anlatsam nelerle uğraştığımı, öldürmeyecek misin kendi ellerinle onları, bitirmeyecek misin kendilerine olan saygılarını o sivri dilinle, yakmayacak mısın gelmişlerini geçmişlerini? O zaman neden şimdi anlatmıorum die, küçümsüyorsun? O zaman neden anlamıyorsun, kafamın ne kadar benden gitmiş olduğunu? Ben kendimden bu kadar farklı davranırken, hala sorunun ne olduğunu nasıl merak etmiyorsun? O telefonlar hep triple kapatılıyor hep. Neden peki? Hayatında beni 1 kere anla be canımın yarısı. Anla ki, nefes alayım.


Merak etmeyin, ben kimim neyim diye? Saçlarım boya mı, gözlerimin rengi gerçek mi diye yormayın kafanızı. Kilo mu almışım, kilo mu vermişin size ne? Kopyalamayın yazdıklarımı. Merak etmeyin neler yaşadıklarımı. Neden ediyorsunuz ki? Sadece dedikodu ihtiyacı. Yoksa çokta umrunuzda değilim zaten. Çok mu kırıcı oldum şimdi? Saçmalamayın. İnsan olun biraz, yalvarırım insan olun, nefes alayım.


Şimdilik bu kadar, oje kokusunu özledim. Madde bağımlısı falan da değilim aslında. Ne kadar saçma..

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Uyuyamamak

Uyuyamamakla ilgili kaç tane tivit attım, kaç yazı yazdım ya da kaç cümle kurdum bilmiyorum. 2 günden beri büyük sıkıntıdayım ama yine. Dün gece de uyuyamadım. Öğlen 2 saat kadar bir şey uyudum ve bu gece yine uyuyamıyorum.


Uyuyamamak demek, gözlerin yansa ve batsa bile düşünceleriniz susmadığından bir türlü bilincinizi kaybedememektir. Düşünceler büyürler, büyürler, büyürler. Bazen günlük olayları düşünürken, bir anda en kötü anlarınızı hatırlarsınız. O anlar yine gerçekleşse bu sefer nasıl tepki vereceğinizi, eskisi kadar etkilenip etkilenmeyeceğinizi düşünürsünüz. Takıntı haline gelir düşünmek. Duramazsınız. Sürekli bir şeyler mırıldanır zihniniz.


Uyuyamamak demek, gecenin size kalması demektir aynı zamanda. Mesela ben genelde hep geceleri yazarım. Araya giren yok bölen yok. Telefon pek çalmaz.Nası göründüğünüzün önemi yoktur, çünkü yalnızsınızdır ve yakın saatler içinde kimse sizi arayıp buluşmak görüşmek istemeyecektir. Herkes uyuduğu için, saçma bi nedenden saçma acil bir işiniz çıkmayacaktır falandır filandir. Sessizdir gece, sessizlikten hoşlansanız bile, yine de en ufak seslere dikkat kesilirsiniz. ÜSt kat komşunun ayak seslerine kitlenirsiniz. Evde biri var sanırsınız. Yatağa yatınca kendi sesiniz, yataktan kalkınca gecenin sesi rahatsız eder sizi bu tip uykusuz saat sayısının maximuma ulaştığı zamanlarda.


Uyuyamamak demek, yatakta olduğunuz her saniye boyunca sinirinizin daha çok bozulup, daha çok atarlanmanız demektir. Bu atar öyle bir atardırki, aldığınız uyku hapları işe yaramaz. "Birazdan uykum gelecek" diye kendinizi rahatlatmaya çalışırsınız ama gerilir bedeniniz. Kasılırsınız ve o uyku hiç gelmez.


Uyuyamamak demek, ertesi gün işlerinizin muhtemelen erteleneceği anlamına gelir. Bünye bu eninde sonunda yenilecektir uykuya ama bu muhtemelen, gündüz vaktine denk gelecektir. Mesela ben bu nedenden ötürü 2 haftadır ne spora gidebiliyorum ne de fizik tedaviye. Bunun için kendine daha çok atarlanıyorum. "Yarın böyle olmayacak" demek yetmiyor çünkü yarın da olsa, bir türlü normal insanların düzenine ayak uyduramıyorsunuz.


Mutsuz değilim, aslında çokta mutluyum. Sevdiğim insanla aynı metrekareler içinde olmak bana huzur veriyor. Kafama taktığım ufak problemlerim var tabiki her insan gibi ama, bunların 2 gün uyumamama neden olabilceğini düşünmüyorum. Benki, gündüz vakti bile, "Şu işim bitse, yatağıma yatsam hayal kura kura uyusam" diyen insan, şu anda yataktan ne kadar nefret ettiğimi anlatamam.


Neyse bu kadardı şimdilik. Gidelim Alfonso..

14 Temmuz 2011 Perşembe

Aldatılanlar

Aldatılanlar neden bu kadar korkar tekrar aldatılmaktan biliyor musun? Çünkü bilirler ne kadar çok acı çekeceklerini, affetseler bile o ilişkinin yüremeyeceğini. Zamanından önce kaybedeceklerdir sevdiklerini. Bunu en iyi aldatılanlar bilir.


Aldatılanlar neden bu kadar sinirlenir o telefon açılmadığında, geri dönülmediğinde ya da kapalı olduğunda biliyor musun? Çünkü daha önceden hep telefonları cevapsız kaldığında aldatılmışlardır. Bilirler.


Aldatılanlar neden bu kadar hislidirler biliyor musun? Çünkü onları içten içe uyaran ama zamanında asla dinlemedikleri iç seslerini dinlemeyi zor yoldan öğrenmişlerdir.


Aldatılanlar neden kolay kolay güvenemezler karşılarındakine biliyor musun? Çünkü bilirler yalan söylemenin nefes almak kadar kolay olduğunu.


Ve bilirler, eğer Dünya üstünde bir kişi bile bu kadar kolay yalan söyleyebiliyorsa, karşılarına çıkan her insan da o kadar kolay yalan söyleyebilir.


Evet herkes aynı değildir ve herkes birbirini farklı sever. İlişkiler aslında eşsizdir. Kendilerine has, kendilerine özgü. Ama güvensizlikler hep aynıdır. Bir kere yerleşti mi o korku, silinip atılamaz. Aldatılan olmadan, aldatılmayı anlamak zordur.


"Amaaaeeenn benden iyisini mi bulacak, aldatırsa aldatsın kendi kaybeder." ya da;


"Amaaeenn aldatılıyorsam da bilmiyim daha iyi, bilmediğim şey beni üzemez"   der hiç aldatılmamış olanlar. Ama aldatılanlar şüpheye düştüklerinde, hep zorlarlar, hep üstüne giderler şüphelerinin. Haksız çıkmak için yaparlar bunu. Kendilerine güvensizliklerinden değildir aldatılma korkusu. Aldatılmamış bir insan bilemez o duyguyu. Aldatılanlar bilirlerki, ilişkilerin hep o en mutlu anında, hiç bitmeyeceğine inandıkları noktada aldatılmışlardır.


Olgunlaştırır insanı aldatılmak, kendisiyle çelişmeyi öğrenir insan. Bir tarafı sonsuz güvenirken, bir tarafı içten içten fısıldar kulağına; "Ya yine aldatılıyorsa?". Ama yine de, bir kere aldatıldı diye, diğer ilişkilerinden bunun acısını çıkartmak istemezler eğer gerçekten seviyorlarsa. Tekrar tekrar aldatılsalar da, kaybetmezler inançlarını. Kaybetmek istemezler. Kaybederlerse hiç mutlu olamayacaklarını bilirler çünkü.İnançlarını kaybetmemek için saçmalarlar çokça.


Aldatılmamış bunun yüzünden acı çekmemiş insan anlayamaz bunları.


Hiç kimsenin bu yazıyı anlamaması dileğiyle..

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Kolaylasmaz

Hangi yasta olursa olsun ask, bitisler hep zor. Kolaylasmaz ayriliklar. Hayatina onlarca insan girer cikar. Varliklarina alistigin gibi yokluklarina da alisirsin, ama ask bitince iste, o hep zor.
Kucukken ayrilik nefessiz birakir seni. Kucuksun ya daha, onun cevresinde dondugunu sandigin Dunyan durmustur sanki. Devam edemeyecek gibi olursun. Lakin hep bir ya barisirsak umudu vardir icinde. Zamanla gecer sonra. Kucukken daha uzun surer atlatman ayriliklari. Kucukken atarsin cerceveleri duvara kirilsinlar diye. Gidip yeni cerceveler begenirsin. Olur yani. Hayat devam eder.
Buyudukce daha olgun karsilarsin bitisleri ama daha cok yanar canin. Cunku bilirsin bu gidislerin bir donusu olmayacagini. Daha cabuk atlatirsin yasin ilerledikce, fakat daha koyu akar gozyaslarin. Daha yogun. Gidip yeni cerceveler de begenemezsin ve artik ayni cercevelerde de yasanmaz ayriliklar. Bir turlu olmaz o zaman.
Sana anlatilanlar gibi degildir Hayat ve asla kolaylasmaz ayriliklar.
Acinin olgunu daha cok titretir adamin icini.
Oyle degildir sanirsin ama oyledir kucugum..

10 Temmuz 2011 Pazar

Bon Jovi Konseri

Evet sonunda buraya yazabiliyorum. Öncelikle hayallerimden birini gerçekleştirmiş bulunmanın dayanılmaz hafifliğindeyim. Geriye kitap yazmak ve Mustang (tercihen 68 model) sahibi olmak kaldı. İnsanın hayallerini gerçekleştirdiği zaman yaşadığı rahatlama ve mutluluk gibisi yokmuş arkadaş. Bunu anladım. Neyse, öncelikle bu yazımda, benim yaşadığım maceralar -ki size enteresan gelmeyebilir-, ve sonrasında da konser gözlemlerim olacak.


Efendim, sabah evden erken çıkacağımız için sevgili Topik bende kaldı konserden bir önceki gece. Sabahta 9.30 civarında uyanıp hazırlıklara başladık. Saat 10.30 civarıda evden çıktık. Yaklaşık 20 dakika süren inanılmaz bir yolculuktan sonra stada ulaşmıştık fakat sevgili taksici şöför bey amca bizi otopark girişinde bıraktığı için, gerek otoban kenarında yürüyerek, gerek saçma sapan otluk alanlarda mahsur kalmak suretiyle, yaklaşık 1 saat sonunda  metro girişine ulaşmayı başardık. Metro girişinden stadyuma doğru ilerlerken,2 kız daha in ve cinin top oynadığı izbe karanlık (aynı zamanda serin) otoparkımsı bir alanı çeşitli işçi ve görevlilerle yürüyerek aştık. Bunun sonrasında tekrardan güneşi görmek suretiyle sıraya girmiş insanlara doğru yönelerek, sıradaki yerimizi aldık. İlerleyen saatlerde yanımıza başka arkadaşlarımızda geldi. Falan filan derken ben 3. derece güneş yanığı oldum. (Şuanda her tarafım ilaç ve güneşle temas yasak.) Neyse bunlar kişisel detaylardı. Şimdi biraz konser alanı ve organizasyondan bahsedeceğim.


Efendim öncelikle söylemek istediğim şey organizasyonun tam anlamıyla bir felaket olduğudur. Annesinin ölümünden dolayı sahneye çıkmaktan vazgeçen ŞEbnem Ferah yerine altarnetif birini bulmadıkları için (bul-a-madıklarını düşünmüorum) saat 3te açılacak olan kapılar 5 gibi açıldı. Ve bizim beklediğimiz alanda kesinlikle WC yada seyyar WC bulunmadığından zor anlar yaşadık. Malum güneşin altında saatlerce durduğumuz için stabil bir sıvı tüketimi içindeydik. Saat 17:00 gibi kapılar açıldı fakat yine de stadın içine alınmadık. Stada girmemiz 18:30 civarı gibi gerçekleşti. Sahaiçine girdiğimizde herhangi bir alkol satışı olmadığını öğrendik. Fakat sonradan el altından bira satışı olduğunu çözdük. İlk biralarımızı aldık. İkincileri almaya gittiğimizde ise, sahaiçine bira satışının kalktığını, sadece VIP olan kısımda satışın olacağını öğrendik. Ben konsere odaklandığım ve devamlı Wc ye gitme derdim olmasın diye zaten sıvı almayı düşünmüyordum fakat yine de bir sinir artışı yaşandı. Yani dediklerini odur ki; "Hem fakirsiniz(sahaiçi biletler) hemde sarhoş olamazsınız" Gerçi daha sonradan edindiğimiz bilgilere göre satılan bira zaten alkolsuzmuş. Bunun anlamsızlığını burda tartışmayacağım bile. Alkolsuz içecek içmek sadece çiş getireceğinden alkolsuz bira içmekte bir o kadar aptalca. Birde çıkışta yaşanan metro izdihamı vardı. Biz o kalabalığa girmeyip, duvardan yandaki inşaat alanına atlayıp ordan kaya birikintilerini ve küçük tepeyi aşarak Tem'e ulaşmayı başardık.


Stadla ilgili görüşlerim ise şöyle. Stad hakkaten çok güzeldi. Benki pek stad bilmem ama gerçekten insan hayran kalıyordu. Ama sıkıntısı, çok eko yapmasıydı.Akustiği bozuk bir stad olmuş. Yani konser yapmaya uygun değildi bence. Olimpiyat stadında katıldığım U2 konserinde kesinlikle böyle bir problem yoktu ve bu konserinde kesinlikle Olimpiyat stadında yapılması gerekiyordu bana göre. Ben organizasyon şirketini suçluyorum ve bir daha bu şirketin organize ettiği bir konsere gitmeyi düşünmüyorum açıkcası.


Konser başladığında yaklaşık olarak bazı boş alanları göz önünde bulundurmaz isek, her yer doluydu ve sanırm 60bin kişi vardı. Katılanların yaş ortalaması 30-40 arasında olduğundan dolayı çok keyifli bir kalabalıktı. Hiç kimse birbirine rahatsızlık vermedi. Bon Jovi çıkmadan önce arkadaşlar edindik, setlist üstüne konuştuk, grupla ilgili bildiğimiz şeyleri paylaştık. (Bu arada yasıktır ki, birazcık yaşlandığımızı anladık, daha dünün poposu bezli çocuklarıydık biz) Öyle bir kalabalıktı ki bu, grup sahneden ineceği zaman, seyirciler konser alanını öyle bir inlettilerki, tekrar çıkıp 3 sarkı daha söylediler. Grup elemanlarının yüzlerinden, ne kadar duygulandıkları ve mutlu oldukları belli oluyordu. Maroon5 konser rezaleti gibi kesinlikle değildi.


Konser başladığında, hemen hemen her şarkıya bütün stad olarak eşlik ettik. Ve bu inanılmaz bir duyguydu. Gerçekten o kalabalığa dahil olduğum için kendimle gurur duydum. (Bu arada ilk sahneye çıktıklarında gözyaşlarıma hakim olamadım.) Grup yaklaşık 2 saat 40 dakika boyunca ara vermeden sahnede kaldı. Ben bir ara baya baya bayılcak gibi oldum çünkü şarkı söylemek bana göre çığlık atmak olduğundan, nefes almakta problem yaşadım. Fakat Jon Bon Jovi'nin inanılmaz performansı karşısında kesinlikle 1-2 şarkıda dinlenmeyi bile göze alamadım. Topikle önümüzdeki güvenlik görevlisinin suyunu istedik utanmadan.Çünkü öleceğimi bilsem gidip su almazdım yerimden ayrılıp. Adamda halimize acıyıp suyunu bize verdi. Suyu içtikten sonra kendime geldim. Ama ben 25 yasında bu kadar kesildiysem, 49 yaşındaki bir insanın performansı gerçekten takdir edilesi bir durumdu. Bir ara Jon Bon Jovi, Bon Jovi isimli 10 numaralı Türkiye formasını  giydi ve yaklaşık 5-6 sarkı boyunca üstünde kaldı.


Jon Bon Jovi'nin yaptığı Mick Jagger taklidi komik olduğu kadar inanılmazdı da. Ses taklidini ve Mick Jagger'in imzası haline gelmiş olan dans shovunu kusursuz yaptı. İnanılmaz eğlenceli bir görüntüydü. Söylediği 'Pretty Woman' şarkısı ise konsere ayrı bir hava kattı.


Konserle ilgili tek pişmanlığım VİPten bilet almamam olmuştur. VİPten sonraki kısımda en önde yer bulmuş olsamda, (7 saat önce gittim olsun o kadar) yine de daha yakın olmak isterdim. Bir daha Türkiye'ye gelirler mi bilemem ama, muziğe veda etmeden bir turne daha yaparlar diye ummaktayım. Ve o turneyi yaptıklarında Avrupadaki bütün konserlerine VIPten bilet alıp katılacağım.


Son kez olarak, bu konser benim hayatımın konseriydi. İlerde çocuklarıma 'Ben o konsere gidip sesim kısılana kadar şarkılara eşlik etmiştim' diyecek olmanın mutluluğu bir başka. Bitmiş olduğuna hala inanamıyorum. Ama dün gece gerçekten TT Arena da bir tarih yazıldı ve ben bunun bir parçasıydım.


I WAS THERE, TT ARENA. 08.07.2011

1 Temmuz 2011 Cuma

Yine Cümleler

 

Yine cümleler var aklıma takılan. Başları belli ama sonları çok flu. Belirsiz.Hem zaten her cümlenin bitmesine de gerek yok. Uzun zamandır olmadığım bir kafadayım. Uykulu gözlerim ve karnımdaki beni nefessiz bırakan sancılar bunun sorumlusu.


Lenslerimi çıkartmıyorum bir kaç gündür. Beynimle bütünleşmelerini ve düşüncelerimi netleştirmelerini bekliyorum çaresizce. Nasıl görüşümü düzeltiyorlarsa..


Ve evet ben gözbebeğime dokunabiliyorum. Ve bazen hissedebiliyorum çevremdeki insanların daha seslendirmedikleri düşünceleri. Ama bunun sadece ben farkındayım. Bu yüzden bu kadar şaşırıyorlar, ben onların düşünceleriyle sesli konuşunca. Olsun. Şaşkın bakışlara, gülümseyerek bazen kahkaha atarak karşılık veriyorum. Odadaki ağırlık dağılıyor böylece.


Bazen o kadar ağrıyorki karnım, bir gün çocuk doğurmam gerekirse ne yaparım bilmiyorum. Nefessiz kalabiliyorum. Konuşamayabiliyorum. Sadece başım okşansın isteyebiliyorum.


Kendimizi herkesten koruyamaya başladığımızda, daha kolay oluyor birine dokunmak. Duvarların arkasına saklanmış dokunuşları hissetmiyoruz zaten pek. Sadece alışageldiğimiz hareketlerin tekrarı oluyor bunlar. Daha fazlasını istiyorsan, sıkıntı. Ve ben daha fazlasını istiyorum. İstediklerime kavuşmuş olmamın dayanılmaz hafifliğinden, rahatça ifade edebiliyorum bunları. Ulaştım çünkü bulutlara ben. Fakat lenslerimi çıkartınca, pek göremiyorum aşağıda neler olup bittiğini. Pek umrumda değil, çünkü yanlız değilim olduğum yerde.


Neyse şimdilik ben gidiorum. Cenin pozisyonum beni bekler.


 

27 Haziran 2011 Pazartesi

Kitap Listesi

 


Efenim şimdi buraya elimde olan ve okumayı planladığım kitapları yazacağım. Belki ilginizi çeken bir şey olur. Sizde okursunuz. Sonra mesela yorumlarımızı paylaşırız aramızda. Olmaa mı? Bence çok güzel olur. Hedefim bunları yaz sonuna kadar bitirmektir. Aralarında küçükken okuduğum, ama yine okursam daha çok öğrenebilceğimi düşündüğüm kitaplarda bulunmakta efendim.


Neyse ciddi olanlardan başlayalım öncelikle;




  1. Batının Kaynakları Cilt1- Mark A. Kishlansky Açılım Kitap

  2. Batının Kaynakları Cilt2- Mark A. Kishlansky Açılım Kitap

  3. Türklerin Tarihi Pasifikten Akdenize 2000 yıl - Jean-Paul Roux -Kabalcı Yayınevi

  4. Cengiz Han Yaşamı Ölümü ve Yeniden Dirilişi- John Man- Nokta Kitap

  5. Devlet- Platon- Hasan Ali Yücel Klasikler Serisi- Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

  6. Batı Felsefesi Tarihi 1- Bertrand Russel- Say Yayınları

  7. Batı Felsefesi Tarihi 2- Bertrand Russel- Say Yayınları

  8. Batı Felsefesi Tarihi 3- Bertrand Russel- Say Yayınları

  9. Bilim ve Yanılgı- Taha Akyol- Doğan Kitap

  10. İslamda Bilimin Yükselişi ve Çöküşü- Cengiz Özakıncı- Otopsi Yayın

  11. Mesnevi- Mevlana


Evet bunlar okumayı hedeflediğim entel dantel olan kitaplar. Herşeyden okumak lazım bence. Kitap okumanın hakkaten sonu yok. Kendimle en çok gurur duyduğum özelliktir okuyabilmek. Neyse şimdide biraz daha eğlenceli, aksiyonlu, pembe dizi kıvamında, kafa oyalayıcı ve rahatlatıcı kitaplar.




  1. Marilyn Monroe ve Bilinmeyen Hayatı- J. Randy Taraborrelli- Artemis yayın

  2. Ölüm ve Şeytan- Frank Schaetzing- Resif Yayınları

  3. Sufizm Üzerine Konuşmalar, Sır- Osho-Butik Yayıncılık

  4. Human Design(İnsan tasarımı)- Chetan Parkyn& Steve Dennis

  5. Klasik Yunan Mitolojilerinin En güzel Efsaneleri 1- Gustav Schwab- İlya Yayınları


Sanırım bu kadar yeter. Hem muhtemelen okumayı bırakın listede neler varmış die bile bakmayacak çoğunuz. Ama olsun ben yazmış oluyım, rahatlamış oluyım. En kötü kendime liste oldu işte. Aradan okumayı unutuğum olursa bile, burdan bakıp hatırlayabilirim tekrardan. Aslında daha yazardım, bunlardan daha çok kitap var elimde şu anda ( I lav may laybreri)


Ama olsun şimdilik bu kadar.


 

24 Haziran 2011 Cuma

Hiç İnsan Olmadık

 


Gariptir insan. Varlığını, düşüncelerini, ideolojisini, sevinçlerini, üzüntülerini anlamaya çalıştığın her saniye, ömründen koparıp attığın zaman dilimleridir aslında. Çünkü aslında kimse o kadar insan değil. İnsan dediğin düşünen varlıktır derler hep. Düşünen, duygulanan, çevresindeki olayları yorumlayan diye öğretilir bize hep. Oysa ben bu gün size başka bir şey söyleyeceğim. Aslında gün de değil ya, neyse.


İnsan bencildir. Kendinden başka hiç bir kimse ve hiç bir durum önemli değildir aslında onun için. Gece gece düşüncelere daldım yine. Mesela aşk acısı çeken bir arkadaşınız var ise, ve siz bu arada mutluysanız hayatınızda, herşey o an için istediğiniz gibiyse, "Yaaa boşwer bırak yeaaa, senden iyisini mi bulucak? Ondan başkası mı yok?" deriz ya destek olmak adına. Külliyen yalan. Aslında dinlemiyoruz pek fazla o sırada. Kendi mutluluğumuz kör etmiş bizi. Umrumuzda da olmaz aslında, gözyaşlarıyla bakan bir çift göz yok ise karşımızda. Destek olma rolünü oynarız o sırada. Toplumun bize biçtiği bir roldur bu. O bir çift göz bize bakarken, doğamızın gerektirdiği gibi davranamayız. Davranırsak, duygusuz, bencil oluruz.


Nie "Kara gün dostu" diye bir tanımlama var mesela. Neden kara gün dostu olalım? Evet hayat her zaman arkadaşlarla gülüp oynamaktan ibaret değil. Kabul ediyorum. Ama şöyle de bir gerçek var, kendimiz dışında kimse önemli değil bizim için böyle anlarda. Mesela kredi kartı borcu olan bir arkadaşımız varsa karşımızda, "kanka halledersin, kredi falan çekersin, bi şekilde ödersin" deriz dimi? Kimse de çıkıp sahip olduğu herşeyi ortaya koyarak "Kanka tamam ben öderim sen rahat ol, geri ödemek zorunda değilsin" demez.Başka bir örnek, aşk acısı çeken arkadaşımız kendini duvardan duvara vururken, onu yalnız bırakmamak, üzüntüsüne ortak olmak için "Kankit, tamam lan bende ayrılıorum sevgilimden, anca beraber, kanca beraber" demez. Örnekler çoğaltılabilir. Ve eğer bunları demiyorsak hiç birimiz, hiç kimse beni insanların duygulu, düşünceli, bonkör, cömert, karşılıksız iyilik yapabilen varlıklar olduğuna inandıramaz.


Yukarıda bahsettiğim durumlarda aslında bizim düşüncemiz şöyledir;


"Deli mi m.kmişti bu kadar para harcadı, şimdi ödemeye çalışsın bakalım. Kendi düşen ağlamaz." Ya da;


"Ohh çok şükürki, sevgilimden ayrılmadım, ay allah korusun, ama hatayı insan biraz kendinde aramalı boş yere ayrılmadılar heralde.." vs vs vs


Bütün bu iyi sıfatlar, bize toplumun uygun gördüğü sıfatlardır. Böyle davranmalıyız. Tersini yaparsak, hayvan oluruz çünkü. İnsan olmanın tanımı  budur toplumda, bütün içgüdülerimize rağmen.


Şimdi kimse yanlış anlamasın ben, böyle düşünüyorum diye, "Hadi maskelerimizi bi kenara atıp, içgüdülerimize göre, özgürce yaşayalım" demiyorum. Çünkü bu şekilde yaşamaya başlarsak, hepimiz kendi adasına kapanmış olarak, yanlız ve kimsesiz yaşarız. Fakat yaşamak için, mutlu olmak için, kişinin diğer insanlara da gereksinimi vardır. Ve bütün bu bize biçilmiş roller, bu ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır.


Bu söylediklerime katılmayacak olabilirsiniz, katılsanız bile itiraf bile etmeyecek olabilirsiniz. Ama en azından kendinizi kandırmayın, sadece kendi içinizde. Ben sadece tespit insanı oldum gece gece. Bütün bu yazdıklarımın nedeni, belki de 13-14 yaşından beri Nietzsche okuyor oluşumdur. Ben bilemem.


Ama yine de ben, toplumun bize iyi insan olmak için, sahip olmamız gereken bu tanımlamaları benimsemeyi bıraktığımızda, hayvanlardan farklı olduğumuzu düşünmüyorum. Sadece öyleymiş gibi davranıyoruz. Hem en nihayetinde, hayvanların da (bazen, tanıdığım bazı insanlardan daha fazla) düşünebildiği bir gerçek. E o zaman ne farkımız var dimi?


Heh işte aslında yok. İnsan olmak bir tanım, ve biz kendimizi bu tanıma uydurmaya çalışıyoruz sadece. Face it!


 


 

17 Haziran 2011 Cuma

Günlük Tutmak

 

Yine eskilere gitti aklım. Benden 8 yaş büyük olan ablamla farklılıklarımızı, şimdi ben benden küçük insanlarla yaşıyorum. Mesela eskiden günlük tutmak diye bir kavram vardı. Ve bu benim hayatımda 11-12 yaşından itibaren hayati bir kavram olmuştu.


Günlük yazmak için koşardım çoğu zaman eve. Günlüklerim bitiğinde, yeni günlük seçmek çeşitli dükkanlarda saatlerimi alan bir süreçti. Kilitli mi olsun, sayfaları renkli mi olsun kokulu mu? Genelde kilitli olması en önemli unsurdu benim için. Kilitli olsun ki, kimse okuyamasın. Gerçi anneme çok güvenirdim ben. Açık olarak koysam önüne, okumaz diye düşünürdüm. üniversiteye geldiğimde öğrendim yazdığım her şeyi okuduğunu. Evet bir anne sizin hayatınızın sırlarını öğrenmek istiyorsa, bunun önünde hiç bir güç duramaz. Sonra özel kalemler alırdım kendime. Onlarla yazardım. Tam 8 sene boyunca yazdım. Sonra bir çıldırma anımda, yırttım hepsini. Sadece ilk tuttuğum günlük kaldı. Ordaki yazılar "Sevgili Günlük" diye başlardı. Arada sırada okuduğumda, o zamanlardaki hayallerime, saflığıma gerçekten şaşırıyorum.


Şimdilerde ise, 10 yaşındaki bir çocuğun bile blogu var. Oraya yazılıyor her şey, orda paylaşılıyor resimler. Her şey açık, kimse yazılarım gizli olsun, bana ait olsun, kimse okumasın duygusunu yaşamıyor. Kimse okula gittiği zaman, günlüğünü sakladığı yerin ortaya çıkıp çıkmayacağının stresini yaşamıyor. Oysaki ne özeldir o duygu. Günlükler, bana göre herkesin, sadece kendisi için yarattığı sanat eserleri. Öylesine özel, öylesine anlamlı. Şimdi insanlar ne simli kalemler kullanıyor ne de, kokulu sayfaların o tatlı kokusuyla yazıyor. Karşımızda bir ekran, soğuk sert duygusuz. Ve herkes o ekrandan görebiliyor bize cok özel, bize çok ait olan cümleleri. Zaten bunu istiyoruz, sırlara sahip çıkma duygusu yok şimdiki gençlikte. Kendi sırlarına, kendi özeline sahip çıkmasını bilmeyen bir gençlik, arkadaşının, dostunun, kardeşinin sırrına da sahip çıkmasını öğrenemiyor malesef.


Elim ağrırdı mesela benim yazmaktan. Tutmaz olurdu. Beynimdeki cümleleri yazabilmek için ellerim, düşüncelerimle yarışırdı. Sonra dururdum. Elimi sallardım kendine gelsin, ağrısı geçsin diye. Ne tatlı bir yorgunluktu o. Ama şimdi o yorgunluğu sadece ders çalışırken yaşıyoruz. Ve bu sefer tatlı bile gelmiyor.


Kendimi 6-8 yaş küçük insanlarla karşılaştırdığımda, eski jenerasyon olarak nitelendirmeye başladım yavaştan. "Benim yaşadığım bu küçük tecrübeleri yaşamıyorlar" die üzülüyorum. Mesela sanıyorumki, hiç bir ergen, benim katlandığım gibi, kendi düşüncelerini aktarabilmek için elinin ağrısına katlanmak zorunda kalmadı. Hiç bir ergen güzel güzel kalemler alıp onlara gözü gibi bakmadı. Ve hiç bir ergen o renkli sayfaların, tatlı kokusunu içine çekmedi yazı yazarken.


Biz ya da ben böyle büyüdüm. Sırlara sahip çıkmayı, kendi yarattığım bir şeyi gözüm gibi saklamayı öğrendim. Yazdıklarıma değer vermeyi çok küçük yaşlarda öğrendim. Çok büyük bir emek sonucu çıkardı çünkü o günlük yazıları. Kendi yarattıklarına saygı duymayı, değer vermeyi öğrenen insan, zamanla cevresindeki insanların da yarattıklarına saygı duymayı öğreniyor bunun sonucu olarak. Hiç kitap okumamış bir insan için, büyük bir kütüphanenin hiç bir önemi yoktur, ama kitap yazmış bir insan için, kendi zevklerine uymuyor olsa bile, her kitap kıymetlidir. Çünkü o insan görebiliyordur her satırdaki harcanmış olan emeği.


Belki de jenerasyonun böyle bir değişim yaşaması iyi bir şeydir. Şimdi herkes korkusuzca yazıyor yaşadıklarını. Çoğu okuduğum blogta, benim şu yaşımda yaşamaya utanacağım şeylerin, gizleyip saklamadan açık açık yazılıp çizildiğini görüyorum. Bunun altında yatan duygu belki de, yaşadıklarından utanmayan ve arkasında durmasını öğrenmiş bir zihniyettir. Eğer öyleyse ne ala, ama bu seferde benim aklıma şunlar takılıyor;


Eğer yaşanılan her şey bu kadar açık aktarılabiliyorsa insanlara, insan yaptığının arkasında olduğunu boynu dik olarak ifade ediyorsa, pişmanlık ya da utanç yoksa, o zaman nasıl yapılan hataların farkına varıp, ders alınıyor yanlış tecrübelerden? O zaman nasıl insan, hatalarını tekrarlamayarak daha iyi bir insan olmayı, kendini geliştirmeyi başarıyor? Hatalar yaptığını farketmeyen insan, kendi yaşadıklarının her zaman doğru olduğuna inanan ve bunun arkasında sağlam olarak duran insan,nasıl başkalarının doğrularına saygı gösterecek? Kendi özeline değer vermiyorsa, nasıl başkasının özeline saygı gösterecek?


Tabiki her insanın doğruları kendine göredir. Doğru ya da yanlış kavramı toplumsal bir olgu olarak görülse bile, daha çekirdeğe indiğimizde bunun aslında kişisel bir olgu olduğunu görürüz. Benim yukarda bahsettiğim doğru-yanlış kavramı işte tam da budur. Kişiye zarar vermeyen durumlar, eğer o kişi pişmanlık yaşamıyorsa, o kişiye göre doğrudur. Peki ya gizliden gizliye pişmanlık yaşanıyorsa? O zaman demekki bir yerlerde bu kişiye göre yanlış olan bir durum var demektir. Peki o kişi, nasıl bunu farkedip, kendini, yine kendine göre nasıl geliştirecek?


Evet küçükken, "Günlük mü tutuosuunnn yeeaaaa?" diye dalga geçilen bir aktivitenin bence önemi bu kadar büyüktür. Küçükken günlük tutan insanlar (bana göre), çevresine daha saygılı, okumanın ve yazmanın öneminin farkında ve kendini ifade ederken daha etkili olan insanlardır. Bir de tabi, gizlilik duygusunu küçük yaşlarda tanıyan bir insan, arkadaşlarının sırlarını kendi sırrı gibi koruyacak, arkadaşını satmayacak, bundan sebep, daha sağlam dostluklara sahip olan bireyler haline dönüşür.


Ama yine de umuyorumki, bir gözlemden yola çıkarak yazdığım bu yazı, tamamiyle yanlış bir gözlem sonucu yazılmıştır. Bu söylediklerime rağmen umarım, şimdinin gençleri, bahsettiğim bu kavramların farkında olarak yetişiyordur.

14 Haziran 2011 Salı

İş Piskolojisi Dersi

 

Evet ilk defa, aldığım dersle ilgili bir yazı yazacağım. Yani dersin bana ne kattığı, yada ilerde katacağıyla ilgili. Ve bahsedeceğim dersin teknik olmayan seçmeli olması, bölümümün ne kadar bana uymayan bir bölüm olduğunu göstermekte. Bugün hocanın konuştuğu benim kah katılarak kah dinleyerek geçirdiğim 2 saatlik bir dersin, benim düşüncelerimi ne kadar etkilediğinden ve 6 senedir cevabını bulamadığım bir sorunun, mucizevi olarak nasıl bir anda netleştiğini anlatmak istiyorum.


Bu okula girip, aldığım ilk bölüm dersinden beri, hep şikayet ettim. Benim hayattan istediklerimle bu eğitimin ne kadar uyuşmadığına, gerek ailemi gerekse arkadaşlarımı inandırmaya çalıştım. Hep lanet okudum, yaptığım her şeyi istemeden yaptım. Bunalımlara girdim. Sinir ve ağlama krizleri yaşadım. Kendimi ve çevremdekileri suçladım. Okulu pek sallamadığım ilk 2 seneyi çıkartırsak 4 senedir hep mutsuz olmaya şartladım kendimi. Kendim isteyerek yazdım bilgisayar mühendisliğini ve bunun yaptığım bir hata olduğunu düşündüm. Peki bütün bunlara rağmen neden devam ettim? Bu güne kadar, bu soruya verdiğim cevap şöyleydi;


"Evet bölümü değiştirmek istedim. Bunun için ailemi ikna edemedim, gizli gizli değiştirmeye çalıştığımda danışmanımın yanlış yönlendirmesi sonucu, bölüm değiştirme hakkımı kaybettim."


Bu benim 3 cümleyle özetlenen eğitim-öğretim hayatım.Peki bu gün ne oldu da, bazı fikirlerim değişti? Bu derste ben neyin aydınlanmasını yaşadım.


Dersin ilk giriş kısmını yaptığımız bu gün öğrendiğim şey ise şuydu. "Hiç bir şey yapmak zorunda değiliz. İstemediğimiz bir şeyi kimse bizi yapmaya zorlayamaz. Hayatta hep 2 seçim vardır. Ya yaparsın ya da yapmazsın. Sonrasın da ise seçimlerinin sonuçlarına katlanırsın." Hoca bu cümleleri ilk söylediği  anda tabiki 2. paragrafta anlattığım şeyleri düşündüğüm için bunlara katılmadım. Sonra hoca bize çeşitli hikayeler ve numaralarla aslında bu cümlelerin ne kadar doğru olduğunu gözler önüne serdi.


Aslında okumak zorunda değiliz, çalışmak para kazanmak zorunda da değiliz. Sokakta yaşamayı tercih edebiliriz. Ha sokakta yaşamak istemiyorsak, okumamız ve çalışmamız gerekiyorsa, çalışmayı seçiyoruz. Bu durumda, çalışmayı istemiş oluyoruz. Çünkü sokakta yaşamak istemiyoruz. Bunlar benim cümlelerim değil, hocanın cümleleri. Bazı insanlara ters gelebilir, bana da ilk başta geldiği gibi. Yapmak zorunda olduğumuza inandığımız şeyler için, bahaneler bulabiliriz ve bize hak verecek insanlar da çıkabilir. Ama sonuç olarak, bahanelerimiz bize göre ne kadar güçlü de olsa, sonuçlarına katlanan bizleriz. Mesela sokakta yaşamak beni mutlu edecekse, çalışmamayı seçebilirim ve bu seçimimin sonunuca katlanırken bundan şikayet etmeyebilirim. Ama eğer şikayet edeceksem, yani sokakta yaşamak beni mutlu etmeyecekse, ve bunu istemiyorsam, o zaman çalışmayı seçip, istediğim gibi bir hayat yaşayabilirim. Ve çalıştığım içinde şikayet etmem saçma olur. Çünkü bu durumda çalışmayı ben istemişimdir.


Kısaca nasıl bir bakış açısıyla karşılaştığımı anlatmaya çalıştım. Başarılı bir biçimde aktaramamış olabilirim. Ben yine kendi soruma geri dönüyorum; Madem bu kadar nefret ediyordum, o zaman bilgisayar mühendisliğine neden devam ettim?


Ailem zorladı, bölüm değiştiremedim vs vs vs. Aslında bu sorunun cevabının bunlar olmadığını bu gün farkettim biraz geç olarak. Belki bu dersi almasaydım farketmemeye de devam edecektim. Ben devam ettim çünkü aslında gizliden gizliye bırakmak istememişim. Ve şu anda anladığım kadarıyla kimseye "Ben yapmak istemedim, devam etmek zor geldi, BIRAKTIM bilgisayar mühendisliğini" demek ve başladığım işi yarım bırakmış bir insan olmak istemedim. Şu ana kadar, ailemi ikna etmeye çalışmam ya da danışmanımın yanlış yönlendirmesini öne sürmem, benim bölüm değiştirmediğim gerçeğini değiştirmiyor. Ve aslında gerçekten bırakmak isteseydim, babamın bütün blöflerini görüp, ev kızı olmayı bile göze alarak bu bölümü bırakırdım. Ama öyle olmayı seçmedim. Çünkü öyle yapmış olsam da mutlu olmayacaktım. O sonuç beni mutlu etmeyecekti. Ve ben farkında olmasam bile, bilgisyar mühendisi olmayı kendim seçmişim. Bilgisayar mühendisi olduğumda gerçekleşecek olan varsayımlar, bilgisayar mühendisi olmadığım zaman gerçekleşecek olan varsayımlardan daha çekici gelmiş bana. Aslında bu böyleymiş, ve bu 4 sene boyunca söylediğim bütün olumsuz cümleler, şikayetler ve suçlamalar kendimi oyalamaktan öteye geçmeyen bahanelermiş.


Evet ben son aldığım derste, daha yeni başlamamıza rağmen bunları öğrendim. Kendimi hiç bu kadar hafif, mutlu ve aydınlanmış hissetmemiştim. "Neden bilgisayar mühendisliğine devam ettim?" sorusunu daha önce hiç bu kadar net cevaplandıramamıştım. Kendime bile. Uyuyormuşum da haberim yokmuş.


Geç olsun da güç olmasın ama değil mi? Neyse 2 saatlik bir ders sonucunda, daha önceden hiç bir derste yaşamadığım şekilde vizyonumun genişlediğini, görüş açımın farklılaştığını hissediyorum. Sanırım bu dersi almam yaptığım en güzel şeylerden biriydi.

9 Haziran 2011 Perşembe

Çocukluk Anılarım

 

Duygulandım şuanda. Twitterda 90'lar la ilgili bir muhabbet gerçekleşince hisleniverdim yazmak istedim çocukluğumu. Şimdi efendim benim çocukluğum öyle normal bir çocukluk olarak geçmedi. Pek sokağa çıkamazdım astımdan dolayı. Diğer çocuklar gibi koşturup oynayamazdım. Ve bu kötü bir şey değildi benim için. Çok şükür en iyi tedaviyi gördüm. Şimdi nankörce sigara bile içebiliorum.


Kendimle ilgili bana anlatılan ilk hikaye, evde kendi kendime geliştirdiğim oyundur. Muhtemelen 'Iyk' diyeceksiniz. Olsun. O zamanlarda yediğim zeytin çekirdeklerini odama kadar koridora dizermişim ben. Ve bu işlem haftalar sürermiş. Birisi yanlışlıkla yürürken sırayı bozarsa sapık gibi ağlarmışım. Sonra bir de hayali arkadaş muhabbetim vardı. Onu zaten çeşitli ortamlarda ve yazılarımda bol bol andım. Onunla ilgili söyleyeceğim son şey, annemin bana kızdığında beni değil onu cezalandırmasıdır. Balkona kitlerdi Kuki'mi. Bende üzülürdüm, daha uslu bir çocuk olurdum belli bir süre için. Bunun dışında genellikle kaldığım hastaneleri hatırlıorum o dönemlerle ilgili olarak. Mutluydum ama hemşire ablaları çok severdim. Hastaneye gitmek, evde olmaktan daha normal bir şeydi benim için. Üzülmeyin lan.


Neyse ilkokulda tam 3 kere okul değiştirdim 5 senede. Birinci sınıfta aşık oldum bir çocuğa. Herkes dalga geçti benimle. Piskolojim bozuldu. En sonunda okuldan aldılar beni. Sonra o aşık olduğum çocukla Anadolu lisesini kazandığımda aynı sınıfa düştük. Kanka olduk. Hala en eski arkadaşlarımdan biridir kendisi. İlkokul 3te nerden estiyse ( Ki ailem asla beni ders çalış diye zorlamazdı) ben en iyi okullardan birinde okuyacağım dedim. Artık ders çalışmanın o kadar bokunu çıkarırdımki, babam kitapları camdan dışarı atardı. 'Yeter çalışma artık' die. En büyük eğlencem atasözleri-deyimler sözlüklerini ezberlemekti. Eğlencesi sözlük ezberlemek olan bir çocuktum ben. Şimdi neden normal olmamı bekliyorsunuzki? 5. sınıfta bizim apartmanda yangın cıkmıştı ve kapıcının kızı vefaat etmişti. Ben yanmış cesedini görmüştüm ama anneme dönüp "Kursun servisi yarım saate gelir, yukarı çıkıp kitaplarımı alalım mı?" demiştim. Ne bir travma yaşadım ne bişi. Kursa gittim o gün. Ders çalıştım. Bir daha da bunu konuşmadık. Şimdi bile düşününce etkilenmiorum o görüntüden. Neyse bu sapık gibi çalışmamın sonucunda Galatasarayı kazanamadım die açlık grevine girmiştim ki, bu tedavi gördüğüm zamanlarda büyük bir sıkıntı yaratmıştı.


Biraz daha eğlenceli olanlara geçelim şimdi. Yazlıkta beni her gün döven bir çocuk vardı. Ufak tefek bişiyim, karşı gelemiorum. Gidip babama sölemiştim, babamsa "Kendi işini kendin hallet" demişti. İzin çıkmıştı yani. Sonra gidip çocuğa saldırıp dişini kırmıştım. Hikayemiz ben, annem, babam çocuğun ailesinden özür dilememizle sonlanmıştı. Gerçi ben özür dilememiştim yine de. Haketmişti çünkü.


Sonra izlediğim diziler, çizgi filmler vardı. Jetgiller, şirinler, taş devri, heman, zeyna, herkul, clarissa, sabrina hayal gücümün bu kadar geniş olmasının sebebidir. Ama ben sapık olduğum için haftada sadece 2 saat tv izleme izni verirdim kendime. Deliydim işte. Neyse o günlerden, mezun olamadığım bu günlere gelmem çok efsanevi bir değişim olmuş.


Oynadığım oyunlar vardı birde. Pandemonium adlı oyuna harcadığım saatleri, şimdiki yaşımla orantılasak bile, çeyrek ömrümden fazla olabilir. Hala bendeki yeri ayrıdır. CD'den oynanırdı o. Birde Prehistorix die bir oyun vardı, disketten oynanırdı. O disketler bozulurdu, bıkmadan usanmadan alırdım oynardım. Athena'nın ilk albumunun çıktığı zamanlardı, sapık gibi onları dinlerdim. Bir de OffSpring hastasıydım. Bir ara fena paten kayardım, bünyemin izin verdiği kadar. Patenci olmak gibi bir akım vardı  o zamanlarda. Bol pantolanlar, dar tshirtler, zincirler. Ama asla metalci olmadım ben. Patenci olan metalci olmazdı çünkü.


Hayatım boyunca istediğim ama elde edemediğim 2 şey vardır şu hayatta. Bir tanesi akülü araba ( bana akülü araba almayan babam, benzinlisini de almayı düşünmedi) bir de barbie evi. Barbie evi hikayesi bambaşkadır. Babam çok seyahet ederdi işinden dolayı. Her gittiğinde oyuncaklarla geri dönerdi. Bir gün yine bir seyahatteyken, haber geldi, bana barbie evi almış geliyormuş. Ben heycanla barbie evi beklerken, bavulundan çıkan avuç kadar bir kutunun içinden, ev aksesuarları (posta kutusu, paspas, perde) çıkmıştı. Meğersem babam sarhoşken alışveriş yapmış. Evet barbie evim olmadı ama en kral aksesuarlar bendeydi. Lakin yine de baya üzülmüştüm. Sonra bi daha istemeyi de gururuma yedirememiştim. Birde Pony'ler vardı o zaman. Onları da çok severdim.


Hayatımda ilgilendiğim bir şey olsun diye çok kursa gittim ben. İlk önce baleyle başladı maceram 6 ay sonunda hocam, annemi çağırıp 'Siz bu kızı en iyisi spora yönlendirin' demişti. Yeteneksizlikte sınır yok. Sonra Basketbol kursuna yollamışlardı beni. Fakat o maceramda bir kriz sonucu hastane de sonlanınca sıra gitar kursuna gitmeye gelmişti. Tam 3 sene gitar dersi aldım. Peki noldu? Notaları bile öğrenemedim. Tek öğrendiğim şey, telefon ahizesinden çıkan sesin LA notası olduğu ve gitarı buna göre akord edebilceğimiz. He akord etmeyi de hiç öğrenemedim. Hiç tutmadı o 2 ses. Universiteye gelince hobiymiş falan bıraktım o işleri tamamen. Olmayınca olmuyor işte. 10 parmağında 10 marifet bi insan değilim. Sadece 10 parmak klavye kullanabiliorum. Yok galba kullanamıorum aman nebilim be işte. Duygulandım.


Hem duygulandım hem yoruldum, çok uzun oldu be. Neyse içimden gelirse devamı, yazarım. Gelmezse yazmam. Ha bu arada ben şarkı da söyleyemem kesinlikle. Şarkı söylemek benim içinde sadece çığlık atmak demek.


Neyse ben kaçar.


 

Allı Pullu Bir Bebeğim Ben

 

Şu anda yazmak istediklerimin gelişme bölümü var sadece aklımda. Giriş ve sonuç bölümünü oturtamıyorum bir türlü. Ama yazmayı kendime eziyet halime getirme taraftarı olmadım hiç bir zaman. Zaten düşünceleri ifade ediyor olmak, sınavda kopya çekmek gibi bir eylem değil. İçinden nasıl geliyorsa öyle çıkmalı cümleler. Hatta belki imla hataları bile olmalı içinde. Lakin 'Undo' tuşu yok hayatta.


Kendimden beklentilerim var benim. Dışardan ne kadar boş, allı pullu gözüktüğümün bir çok insanın gözünde sarışın salak olduğumun farkındayım. Eskiden umrumda olurdu, artık pek takmıyorum. Çünkü artık 'Benim hayallerim var' demek yerine 'Benim hedeflerim var' demeyi öğrendim sanırım. Peki nie bunu oturdum yazıyorum şimdi? Evet benim kendimden beklentilerim var. Diğer insanların beklentilerinden farklı kendim için kurguladığım planlar. İşte bu yüzden onların beklentilerini karşılamıyorum. Karşılamayınca, salak sarışın olarak sıfatlandırılmam normal kaçıyor. Çünkü kimse saygı duymuyor kendinden farklı olana. Kızmıyorum artık. Yalnızca üzülüyorum karşı tarafa. İnsanların kendilerine yarattıkları küçük dünyalar dışında bir dünya hatta dünyalar olduğunun farkına varamadıkları için sadece acıyorum. Onların beklentilerini karşılamıyorum. Yapamayacağımdan değil, yapmak istemediğimden.


Aileme artık kızmıyorum mesela. Şu hayatta nefret ettiğim fakat yapmak zorunda olduğum sorumluluklarım var. Aileme göre, bir şey yapmak zorundaysan, sevmekte zorundasın. Aşamıyorlar bunu. Öyle yetişmişler. Anlatmaya çalışmıyorum. Benim için, kendilerine göre en iyi ve en hayırlı kararları alıyorlar mesela. Sevebilsem onların mantığına göre, hayat ne kadar da kolay olacak aslında bana. Çünkü seversem, isteyerek yaparsam, en iyisi olacağımı biliyorlar. Ama ben sevemiyorum, sevemeyeceğim. Zorunluluklar sadece aşmam gereken basamaklar benim için hayatta. Hem bana göre bir konuda en iyisi olmayacaksan, hiç başlamayacaksın. Ya iyisindir bir konuda ya da kötü ortası yok malesef benim mantık çerçevemde.


Evet aileme kızmıyorum artık ama çevremdeki insanlara çok sinirleniyorum. Onların seçtikleri yoldan gitmeyi seçmiyorsun diye, işe yaramaz olarak sıfatlandırılıyorsun. Sen onların ilerlediği yollara tükürmek istiyorsun diye adam yerine koymuyorlar seni. Ama sonra bir şey öğreniyorlar seninle ilgili. Şaşırıyorlar. Seni işe yaramaz olarak adlandırdıkları için elde ettiğin başarıları ya da en basitinden hayata tutunma, kendini kanıtlama çabanı garipsiyorlar. Sanki olamazmış gibi. Sanki senin sahip olduğun hedefler, dünya görüşü ve idealler yokmuş gibi davranıyor bu insanlar. Sonra 'Neden söylemedin?' diyorlar. Bende 'Neden söyliyim ki?' diyorum. Adam yerine koymadığın bir insanın hayatında nelerle uğraştığını bir anda merak etmeye neden başlıyor insanlar? Samimiyetsiz.


Oysaki saygı duymasını bilebilse insanoğlu, kendi gibi olmayana, düşünmeyene itibar edebilse ne güzel olurdu. Bizden farklı diye aşağılamasak insanları, onları sıfatlandırmaya çalışmasak, kim bilir belki bizde bakmadığımız pencerelerden bakıp, yürümediğimiz yollar hakkında bilgi sahibi olabileceğiz. Ama yok malesef. İnsana saygıyı bırak, hayvana saygısı bile olmayan bir toplumun üyeleriyiz hepimiz. O yüzden olmuyor. Hep geriliyoruz, hep geriliyoruz.


 


 


 

29 Mayıs 2011 Pazar

Sarkıların Suçu Yok

Evet yine yatagıma yattım, uyuyamadım. Değişik değil aslında, çok sıradan hatta uyuyamıyor oluşum. O cümleyi yazmamın bi anlamı yoktu. Ama iyi bir giriş oldu gibi gibi.


Evet yattım ve kaç aylardan beri playlistimi dinlemediğimi farkettim. Taktım kulaklığı sonunda. Bunalımda olmamama rağmen bu aralar, yine de hazmedemediğim olaylar silsilesi içerisindeyim bir süredir. Vazgeçmiştim bir süre için değil mi? Hani daha kötüsü olamazdı. Oluyormuş. Neyse şimdilik hallolmuş gibi duruyor ama yinede tutulmayan sözlere, sinsi gülüşlere artık pek inanmadığım için öngörüldüğü gibi problemlerin sorunsuz çözülebilceğini düşünmüyorum. Neyse..


Shuffle olayını seviyorum. Fakat arka arkaya çalan Reamonn-Alright, Guns&Roses- Patience, Bon jovi-Always ve yine Reamonn-Sometimes'tan sonra, bu gel-gitlerimin aşk hayatımla ilgili olmamasına rağmen duygusala bağlamış olmamdan dolayı, güya aşk şarkılarının sözlerini oluşturan cümleleri, kendi problemlerime göre yorumluyor oluşum, şu anda bütün feminist duygularımı bir kenara bırakmamı ve hayatımdaki erkeklerin (babam, eniştem ve erkek arkadaşımın) beni bu duygusal çöküntüye sokan durumları toptan halletmelerini istiyor olabilirim. Bırakın arkadaş kadın-erkek eşitliğini. Adamlar bizden daha güçlü işte, daha atarlı. Biz bağırıp çağırdığımızda dırdır yapan kadın oluyoruz sadece. O kontrolunu kaybedip inceleşen sesimiz, sinirimizi ifade etmeye ve birilerinin bizi ciddiye almasını sağlamaya yetmiyor işte. Buna karşılık olarak bağırıp çağıran erkek ise hakkını arayan, karşısındakini gerekirse korkutarak istediklerini yaptıran erkek oluyor. Bu böyle. Doğanın kanunu. Zayıf olduğumuz konular var bayanlar, kabul edelim. Hepimiz feministiz eywallah, ama işte kurtarılmaya ihtiyacımız olan durumlarda oluyor.


Çok uzun cümleler kuruyorum bu gece. Aslında yazdıklarımı tekrar okumuyorum da şuanda, yani dediğim odur ki; birbirinden alakasız cümleleri, doğru bağlaç yüklem vs vs öğeleriyle bağlayamıyor olabilirim. Yapcak bişi yok. Gerekirse anlamayın. Zaten pek anlaşılcak bir tarafımda yok. Sadece uyuyabilmek isterdim ben. Sevdiğim şarkıları keyifle dinlemek isterdim.


Neyse ben bi kaç şarkı paylaşıyım, belki dinlersiniz, ya da dinlemezsiniz, ben bilemem.


Reamonn-Alright


Guns&Roses-Patience


Bon Jovi- Always


Reamonn-Sometimes


Hinder- Better than Me   Konuyla alakasız sadece seviyorum bu şarkıyı


Keane- A bad Dream Kapanış bu olsun, nakaratı tam şu anki ruh halimi anlatıyor;


I wake up, it's a bad dream,
No one on my side,
I was fighting
But I just feel too tired
To be fighting,
Guess I'm not the fighting kind.


 


 

22 Mayıs 2011 Pazar

İnsanlar Beter

Ben her zaman saygı ve sevgi çerçevesinde konuşmaya çalıştım insanlarla. Bana saldırmayanı alsa aşağılamadım, ezmedim, Dünya görüşleri ne olursa olsun eşit gördüm kendimle. Ama hata ediyormuşum aslında. İnsanlar, yılandan beter genele vurduğumuzda. Tatlı dil kesinlikle işe yaramıyor. Kesin ve net buna karar vermiş bulunmaktayım.

"Tatlı dil, yılanı deliğinden çıkartır." demişler zamanında. Çoğu insan bu yılan kadar bile olamıyor. Tatlı dil ciddiye alınmıyor kesinlikle. bağırıp, çağırmıyorsanız, ya yollusunuz, gösteripte vermiyorsunuz, ya da hakkınızı savunamayacak kadar aptal gözüküyorsunuz. Siz kesinlikle, karşınızdaki saygı duyan, onu insan yerine koymaya çalışan bir varlık olamazsınız. İnsanoğlu çünkü karşınızdaki, illa küfür yiyecek, illa azarlanacak, illa aşağılanacak. Ona anca o zaman dank ediyor.

Bütün bunları sosyal ve akademik hayatımdan yola çıkarak yazdım. Şimdi mesela 6 senedir mezun olmaya çalışan bir insan olarak, taa geçen döneme kadar hiç bir saygısızlığım, görünenin aksine hiç bir atarım giderim olmamıştır gerek hocalara, gerekse yönetimde çalışanlara. İsteklerim ne kadar yönetmeliğe uysa da, asla ve asla istediğim dersleri istediğim şekilde alamadığım gibi, 1 tane fazla kredi almama bile izin vermediler o zamana kadar. O zaman dediğim ise şudur; Ne zamanki ben, bana yapılan haksızlıkları başka platformlara taşıyacağımı söyledim, ne zamanki etrafa tehditler savurup saygısızlık yaptım, işte o zaman isteklerim bir bir gerçekleştirilmeye başlandı. Ne kadar acı oysa ki değil mi?

İnsanın akademik ( ya da iş) hayatında böyle şeyler olunca, bir yerden sonra kişisel olarak algılamamaya ve bu düzene -çok yasıktır ki- uyum sağlamaya başlıyor. Peki tüm bunlar sosyal hayatta olunca ne oluyor? Bu tamamen kişisel üstelik. Karşınızdakini  'Adam' yerine koyup konuştuğunuzda, kesin 'Flört ediyor' sunuzdur. Kendinizi net ve açık bir biçimde ifade etmenize rağmen, yine de sizi rahatsız etme cesaretine sahip oluyor bu insanlar. Çünkü küfretmiyorsunuz, sıfatlar kullanmıyorsunuz, aşağılamıyorsunuz. Her şeyden önce, sadece nefes alıp verdiği için saygı duyuyorsunuz yaradılışına. Ama olmuyor. İnsanlar artık o  kadar bencil, o kadar saygısız, o kadar yüzsüz olmuşlar ki, kullandığınız tatlı dil kesinlikle ciddiye alınmıyor. Üstelik hepimiz giderek böyle varlıklar olmaya başlıyoruz. Birbirimizin sınırlarını zorlamaktan, sinirlendirmekten, zarar vermekten keyif alır hale geliyoruz.

Keşke insanlar, birbirlerine saygı duymayı bırakacak şekilde yabanileşmeseydi. Keşke tek amaç zarar vermek olmasaydı.

Ama işte kendi keyfimiz, kendi eğlencemiz için, karşımızdakine, "İnsan" olamıyoruz, giderek hayvanlaşıyoruz. Çünkü öylesi daha eğlenceli dimi?

19 Mayıs 2011 Perşembe

Hi! Im Unicorn.

Eviitt uzun zamandır yazmadığım kadar eğlenceli bir yazı olsun istedim. Ha bu arada başlığın altında gizli anlamlar yok. Sadece her şeye bu cevabı vermek istiyorum su anda.

Evet 2 hafta boyunca bir mücadeleye girmiştimki sormayın, moral bitti piskoloji bozuk, kafa zaten gitti kalmadı falan falan falan. Bu gün vazgeçtim ama vazgeçmek bir zafer gibi geliyor bu kafayla. Şans oyunu mu oynuyoruz? Strateji mi yapıyoruz yoksa mezun olmaya mı çalışıyoruz belli değil resmen. Burdan size uyarı. İnsan olarak kalmak istiyorsanız, insanlara nefretle bakmak istemiyorsanız, 7tepe bilgisayar muhendisliğine gelmeyin, çocuklarınızı vermeyin. Başka bir universite de okusunlar illa bilgisayar muhendisi olmak isteniyorsa. Neyse efendim, mücadeleden vazgeçip bitirme tezimden X almaya karar verdim, ağustosa kadar sürecek şimdi, ama umrumda mı? Pek değil. Yarın mutlu uyanacağım, yaklaşık 6 ay sonra kuafore gideceğim ve eve gelip ders çalışacağım. Gerçekten su son 2 haftadan sonra arka arkaya olan finaller de neymiş yani? Elimin kiri. Ay pis.

Aylo şu anda Fizik2 çalışmaya çalışıyor, ben 5 kerede zar zor geçmiştim, olsun. Sağ el sol el bişiler debelenio şimdi. (Sağ el kuralı die bişi vardır pis pis şeyler düşünmeyin, düşüncelerinizi sansürledim şuanda ama alışmış olmanız lazım bu zamana kadar sansüre). Topikte bana tivit okuyarak eğlenio, öküz gibi anıra anıra gülüyoruz falan. Oha hayat bana güzel şu anda. Sadece anı kurtardım belki ama oha rahatladım lan.

Evet bu gün bir arkadaşımla buluşcaktım okulun oralarda bir kafede, girdim işte içeri her neyse sonra bi baktım yok, dedim heralde gelmedi. Başka arkadaşları gördüm onların yanına çöktüm. Bekle bekle ne gelen var ne giden, sonradan anladımki yanlış kafeye gitmişim. Şarışınlık zor iş zaman zaman, ama kafa gitti demiştim yazı başında. Ama sonra ben çok güldüm, eminim yanına oturduğum arkadaşlarıda güldürmüşümdür. Ya da dalga geçmişlerdir 'Ahahha kıza bak lan' die. Olsun. Saat 19 sularından itibaren çok mutluyum, hiç bişe koymaz bana. Bişe ama. Gerçekten.

Neyse ben en iyisi biraz blog, twitter falan dolanıyım, belki ders bile çalışırım güle oynaya. Göbek bile atabilirim. Hoplayabilirimde. İstersem yaparım bence. İnanırsak olur. Ama şimdi ben bitirmeden X aldığımı Nihat Doğana nasıl açıklarım acaba? Kafamda bu soru dolanmıyor değil.

Hi! Im unicorn.

17 Mayıs 2011 Salı

Dayan Derler

Evet sinirlerim bozuk, çok bozuk, hatta sinir falan kalmadı. Yazmanın ve sacmalamanın işe yarayacağını pek düşünmüyorum, ama yine de yapıorum. Belki elime bir bıçak alıp kendime saplamaktan kurtarır beni. (Korkmayın nan ölsemde yapmam öle bişi ;))Böyle diyip intahar edermişim bide nan, hakkaten iyi olur. İsmimi bilen 3-5 insan hep hatırlar ama işte o zaman. Ayrıca küfür içerebilir bu yazı.

İnsanlar var çevremde bir sürü ama insandan insana da fark var işte aga. Bazısının tek eğlencesi sensindir. Yüzüne bile tükürmezsin. Egosuna masturbasyon malzemesi olursun. Ve utanmaz. Nie utansınki, sen 'Atar yapsan, hakkını savunsan, kendini korusan eline ne geçicek?' zihniyetteki insanlarla okuyorsun. Hatta sende artık öyle oldun. Aman dayı, aman ayı derken, insan ve hayvan arasındaki farkın ne olduğunu çoktan unuttun.

Sonra başka insanlar var. Seni çökertmek için sana söylenen cümlelere sinirlenenler. Onlar arkadaşların. Onlar adam. Onlar nolursa olsun yanında, seninle aynı yollarda yürüyorlar. Hemen yanıbaşında. Onlar dost, onlar can, onlar adam. Onlar sakinleştiriyorlar seni. 'Aman' diyorlar 'Aman ha gayret' Bütün paylaşımların onlarla, içsen onlar topluyorlar seni, uyuduğunda yorganını paylaşıyorlar. Hayatın yükünü hafifletmeye çalışıyorlar.

Sonra bir diğer grup, fazla yakın olmadığın, aynı yolda değil ama paralel yollarda yürüdüğün. Onlar başka adam. Senin gibi fırlama gözükmüyorlar. Öyle yanlarına kolay kolay yaklaşılmaz. Hayatta bir duruşları var. 'Bu adam benim ismimi kullanarak senin moralini bozamaz' diyorlar.  'Buna bir dur demek lazım!' Söylenen bir kaç cümle, ama ne kadar adam o cümleler. O cümleler ne kadar güçlü çıkıyor 2 dudak arasından. Ama sen unuttun ya çoktan haklarını, bu sefer sen 'Aman' dersin. 'Buraya kadar geldiniz, ben alıştım, sizde takmayın kafanıza,aman ters bişi yapmayın, dikkat çekmeyin, işinizi halledip gidin bir an önce' . Kalan sağlar bizim olsun.

Evet 'Dayan!' derler, ama nereye kadar. Dayanmanın sınırı nedir? Ne kadar zorlanabilir bir insan? Emeklerinin karşılığını ne kadar alamaz insan?

PS: Yazı ithaf etmem ben pek insanlara, ama bu yazım sevgili Aslan'a(o kendini biliyor), Denize, Topiğe ve Aylo'ya gelsin. Hayatta her şey istediğiniz gibi olsun. Bense.....Ben bilmiyorum..Daha neler olacak ben gerçekten bilmiyorum...

13 Mayıs 2011 Cuma

İzler

Hayat garip aslında, insanlar daha da garip. Garip kelimesi kötü anlamlı değil bu cümlede. Ya da siz nasıl anlarsanız. Hayat değişken evet ama 'Hayat değişken' derken, onu değiştiren insanları unutuyoruz. Aslında 'İnsanlar değişken' demeliyiz sanırım. Yani bu bence böyle, sizce öyle olmayabilir.

Bir iki bişiden bahsedicem şimdi. Belki üçte olabilir. Ne kadar devam ederse..

Mesela bir yazı vardı geçenlerde yazdığım. Bence güzel bir yazı da değildi, acınası gelmişti tekrar okuyunca. Hoşlanmadım o yazıyı yazan kendimden. Sildim, kaldırdım blogtan. Sonra uzaktan tanıdığım bir arkadaş (bölümdaşımın sevgilisi olması lazım) O yazıyı sordu bana formspringten. Çok beğenmiş arkadaşlarıyla paylaşmak istiyormuş. Hoşuma gitti, fakat ilk başta anlamadım hangi yazım olduğunu. Bulunca şaşırdım. Ama tekrardan yayınladım. Hoşuma gitmeyen cümlelerim, farklı izler bırakmış insanlarda. Sonra o yazımı bir başka arkadaşımda tweet'lemiş. Ona da mutlu oldum.  Bazen oluyor böyle, güzel olduğunu düşündüğüm yazılarım okunmazken, hoşuma gitmeyen yazılar dikkat çekebiliyor. Farklı insanlarda farklı etkiler yaratıyor. Ne kadar aynı ve ne kadar da değişiğiz aslında.

Sonra mesela liseden bir arkadaşımın blogunu keşfettim daha bu hafta. Yazılarından ne kadar keyif aldığımı anlatamam. okuduğum her satır düşüncelerimin çok güzel bir dille anlatılmış biçimi adeta. Ben o kadar edebi, açık ve berrak yazamıyorum. Burda bahsetmek istediğim şey, o arkadaşı ben hep haylaz, hayattan hiç bir beklentisi olmayan, işi gücü eğlence olan bir insan oalrak hatırlardım. Üzgünüm ama bu böyle. Sonra yazılarını okudum, 1 defa değil bir çok defa. Ve yaşadığı değişime, bir nevi aydınlanmaya ( ben çok severim bu aydınlanma kavramını bkz: Kant) hayran kaldım. Hayat aynı kalmıyor, insanlar da aynı kalmıyor üstelik. Lise zamanlarında tek derdimiz sınıf defterini çalıp okulu kırmak olan bizler, birey haline dönüşmüşüz çoktan. Büyümüşüz. Kendimizi ifade edebilir, olaylar ve konular arasında bağlantı kurabilir olmuşuz.

İnsanlar böylesine bir değişim yaşarken, biz ise hep eski izlenimlerden yola çıkarak yargılıyoruz onları. 'Ben değiştim' diyoruz ama başkalarının yaşadığı değişime inanmak istemiyoruz. Kafamızı yormak istemiyoruz belki de 'Neydi, ne oldu?' diye. Aklımızdaki tek soru, 'Neydim, ne oldum?'. Ne kadar da benciliz aslında. Ve empati yapamıyor insanoğlu. Doğasında yok bence. Empati yapabilen insanlar sonradan bu yeteneği katmışlar kendilerine. Oysaki, bak sen değişiyorsun, senin dışındakiler neden değişemesin? Neden insanları önceki hatalarına, ya da eski hallerine bakarak yorumlamaya çalışıyorsun? Sen hatalarından ders alıyorsan, neden diğerleri de yapamasın bunu? Hayat değişirken uyum sağlıyorsun, peki neden insanlara uyum sağlayamıyorsun?

Ben ise, daha hala öğreniyorum. Geçmişe takılıp kalan bir insanım çoğu zaman. Daha geniş düşünmeye çalışıyorum bu konuda. Daha tam pişmedim ama yalan yok. Bir kaç gündür aklımda olan bir cümle, gecende twitterda da yazdım;

'İnsanlar üstünde bıraktığımız izler var ya, o izlere tüküreyim ben.'

Biz değişirken, keşke o bıraktığımız izler de değişseler..

12 Mayıs 2011 Perşembe

Sen Hic

Sen hic icmeden sarhos oldun mu?
Ya da sen hic gece dalgalari yumrukladin mi?
Hic yattin mi yildizlarin altina?
Sen hic suda nefes almayi denedin mi?

Sen hic kaybetmeden sevdin mi birini?
Hic kostun mu kalabalik sokaklarda?
Ya da hic guldun mu kimse bakmiyorken?
Sen hic mutlu oldun mu?

Sen hic yaraladin mi kendini bilerek?
Hic dustun mi dizlerinin ustune?
Tuttun mu sana uzatilmamis elleri?
Sen hic uyurken uyanik kaldin mi?

Hic agladin mi sebepsiz?
Ve hic bagirdin mi sessiz sessiz?
Sen hic dinledin mi baskalarini?
Ya da hic nefret ettin mi hayattan?

Peki sen hic yasadin mi, nefes aldin mi?
Once kaybedip kendini sonra buldun mu?
Sen hic terketmeden terkedildin mi?
Ya da vazgecilmeden vazgectin mi?

Peki ya sen hic.....öldün mü?



BlogBooster-The most productive way for mobile blogging. BlogBooster is a multi-service blog editor for iPhone, Android, WebOs and your desktop

7 Mayıs 2011 Cumartesi

En Son Rüyalar

Yarım saat önce uyandım. Yaklaşık 16 saat uyumuş olabilirim. Kim bilir kaç tane saçma sapan rüya gördüm. Ama sadece en kötü olanlarını hatırlıyorum. En kötü olanlar genelde en son rüyalar oluyor. Çünkü sonra uyanıyorum. Ve bu durumu pek sevmiyorum.

Benim fobilerim vardır bi sürü. Öyle böcekten korkarım çiçekten korkarım gibi değil. Mesela benim en büyük fobim bir gün kimsenin beni tanımadığı ve hiç bilmediğim bir yerde uyanmak. Her ne kadar buralardan gidesim olsa bile, bu düşünce resmen bende bir fobi haline gelmeye başladı.

İşte 16 saatlik bir uyku maratonundan sonra, sadece bununla ilgili olarak gördüğüm rüyayı hatırlıyorum. Tatildeyiz güya arkadaşlarımla. Kış tatili, hani kayak yapmaya gidilir ya dağın bi tanesine. Öyle işte. Güya arkadaşlarımla gelmişim ama yok hiç birini bulamıyorum. Kimseye ulaşamıyorum. Erkek arkadaşımda orda biliyorum ama yok işte. Sonra çıkıyorum odamdan, bir sürü insan, aynı dili bile konuşmuyoruz. Anlaşamıyorum. Elimde telefondan resimlerini gösteriyorum tanıyan biri çıkar ve nerde olduklarını söyler belki diye. Yok. Sonra lobiye inmeye karar veriyorum. İniyorum. Sanki bir havaalanındayım. O kadar cok insan var, herkes bi yerlere koşturuyor. Kimse beni görmüyor duymuyor. Uzaktan erkek arkadaşımı görüyorum. El sallıyorum, suratıma bakıp kafasını çeviriyor. Tanımıyor resmen beni. Sonra bu tip olaylar devam ediyor aslında saniye sürselerde bana saatler geliyor tabiki.

O kadar uyudum sadece bunu hatırlıyorum. Mal gibi uyandım zaten. Uyanınca aradım kendisini, tatlı sesini duyunca rahatladım. Rüyaymış ooh dedim. Nasıl etkisinde kaldıysam. Oda bana 'Şapsal' dedi. Gülüştük falan. Off yaa. Ben diğer rüyalarımı da hatırlamak istiyorum. Günün geriye kalan saatleri, bu duygularla geçmez çünkü.

Bilinçaltım çok ilginçtir aslında benim. Ama bazen böyle saldırıyor bana. Sadece rahatlamak için yazdım bunları. Hani bazen bir şarkının bir kısmı takılır ağzınıza, bütün gün onu söyler durursunuz, siniriniz bozulur bi yerden sonra. Bana öyle olduğu zaman, bi yere yazınca o sözleri, geçer mesela o durum. Şimdide aynısı olsun istedim.

Yaziim Didim

Üstümde bir yorgunluk gözlerimde bir yanma var. Yatağıma hasretle bakıorum. Ama içine giresim yok. İçtiğim çikolatalı süt, ağzımdaki sigara tadını götürmüyor. Çilekli sakız da işe yaramadı bende yine sigara yaktım. Çivi çiviyi söker panpa!

Mezuniyeti kutlama hayalleri olan arkadaşlarıma çok imreniyorum. Gerçekten imreniyorum. Ben o kafaya ulaşamadım.Ulaşamayacağım. Hem 6 senelik (hazırlık dahil 7) bir öğretim hayatının bitmesi bana pek kutlanası gelmiyor açıkcası. Hereye muhalefet olmaya çalışmıyorum. Gerçekten içimden gelmiyor. Zaten mezun yüzüğüm bile olmayacak. Onu da istemedim.

Son zamanlardaki yazılarım genelde saçmalık niteliğinde. Daha güncel ve sosyal olaylarla ilgili yazmam lazımmış. Öyle olunca baya etkileyeci ifade edebiliyormuşum kendimi. Topik öyle didi. İnandım. Fakat içim dışım ders çalışmak olunca bunu pek başaramıyorum.

Okuyacağım bir sürü kitap birikti. Onları okumaya başlayınca daha dişe dokunur şeyler yazacağımı düşünüyorum. İlham hesabı. Birde mezun olduktan sonra kafamda bir kitap yazma fikri var. Yaklaşık 5-6 aydır kafamda evirip çeviriyorum. Hatta başladım bile sayılır ama daha fazla ilerlemek istemiyorum. Çünkü kafamdaki kurgu, piskoloji hakkında bilgi sahibi olmayı gerektiriyor. Bir mezun olayım, piskoloji okumuş arkadaşlarımdan yardım isteyeceğim. Bunu gerçekleştirmeden ölürsem, gözüm arkada kalır. Ama yine de bir cesaretsizlik var içimde. Özgüvenimi, itinayla öldüren hocalarıma selam olsun.

Dün gece ablamın gelinliğini denedik Topikle, çok eğlendim. Anladımki, bir erkek, bir kadının gelinliklerle olan bağını asla anlayamaz. Onu üstüme geçirene kadar bende sadece bir elbise olarak görürdüm gelinlikleri. Öyle değilmiş. Değişik bi duygu. Üstümde o gelinlik varken, eve hırsız girip 'Hadi evlenelim' dese, hayatımın erkeğini buldum tribine girebilirdim. ( Ama eve giren hırsız neden Hadi evlenelim desin ki aslında?!?) Fotograflar çekip, yerine kaldırdık sonra gelinliği. Umarım ablam kızmaz. Ama bence ders çalışmamak için yaptığımız bu eylemi duyunca, bize sadece üzülecek. Nitekim kendisi, 20 yaşında çıkmaya başladığı sevgilisiyle 9 sene sonunda evlendi. Resmen doğru insanı genç yaşında bulmuş hatun. Darısı bizim başımıza. Ha darısı dedim ama ben evlilik fikrinden baya baya korkuyorum aslında. Uzaktan tanıdığım insanların evlendiğini duyunca yargılıyorum falan. Daha o kafaya ulaşamadım.

Annem 2 gündür ablamda kalıyor. Annemi özledim.

Yazasım gelmişti. Meeehhh. Şimdi gitti.

6 Mayıs 2011 Cuma

Sacmalak

Evet sacmalamaya geldim yine. Çok rahatlayacağımı düşünüorum. Bazı tespitlerim var kendimle ilgili.

-Yeni yıkanmış bulaşıklara çok sıcak oluyorlar die asla dokunmuorum. Bulaşık makinasının kapağını açık bırakıp unutuyorum. Bir iş gelecek başıma bir gün.

-Dişlerimi fırçalamadan, yüzüme krem süremiyorum. Sanki o krem işe yaramayacakmış gibi geliyor.

-Sabah biri beni uyandırdığında, katil olma seviyem x200 gibi bir durum söz konusu. Alarmla uyanınca daha insancıl oluyorum. Kendi kendime uyanınca en mutlu ben.

-Salak bi insan karşımdaysa, ondan daha salak davranıyorum. Asıl amacım, karşımdakiyle dalga geçmek olsa da, bunu anlamıyorlar tabiki. Olsun ben içimden çok eğleniyorum.

-5 tane bana hizmet eden insan olsa bile, yinede üşeneceğim bir şeyler olabilir. Tembellikle üşengeçlik aynı şey değil bu arada.

-Kusarken ağlıyorum. Evet gerçekten ağlıyorum.

-Sınavlardan çıktığımda genelde kötü kadınlar gibi HA HA HA die anırıyorum.  Aslında gülmeye çalışıyorum. Yok yok aslında ağlamaya çalışıyorum. Ama olmuo. Garip tepkiler çıkıyor işte böyle ortaya.

-8 gün evden çıkmadığım olabiliyor. Bunalımdan dolayı falanda değil. Gayet mutlu mutlu takılıyorum evde.

-33 saat deliksiz uyuyabilmek gibi bir yeteneğe sahibim. Hatta bir sefer bu uyuma hali arada tuvalete kalkmak üzere 3 gün sürmüştü.

-Telefonumu evde unutursam çıplak gibi hissediyorum. Hatta Iphone'dan önceki hayatımı pek hatırlamıyorum. Nasıl nefes alıyordum bilmiyorum.

-Para vermeden spor yapamıorum. Ama aslında sokaklarda deli danalar gibi koşasım var. Ama yapamıyorum işte.

-Astımım var ama inatla sigara tüketimimim bunu etkilemediğini iddaa edebiliyorum. Ve buna gerçekten inanıyorum.

-30 yıldızlı otellerde bile duşa terliğim ve mayomla giriyorum. Bu böyle.

-Islak herhangi bir zemine çıplak ayak bastığım zaman midem bulanıo. 

-Alkol tükettiğim zaman sarhoş olmasam bile, kusmadan uyuyamıorum. İlla kusmam lazım.

-Tespit insanı olduğum zaman, hiç komik değilim aslında.

-Hoplaya zıplaya lay lay lom ortalıklarda geziyor olsamda, her an içimdeki piskopatı ortaya çıkartabiliyorum.

-Bazı insanlar hakkaten çok salak. (Bu maddenin benimle bi alakası yok. Yazmak istedim sadece.)

-Korku filmlerinden, ne cins olursa olsun, ölümüne korkuyorum. Ama izlemeden de edemiyorum. Sonra uyuyamıorum. Günlerce manyak manyak şeyler düşünüyorum.

-Çok fazla şikayet ediyor, problemlerimden bahsediyormuş gibi gözüksemde, şahit olduklarınız buz dağının görünen tarafı bile değil. Aslında boş beleş konuşarak oyalıorum kendimi.

-Bunları neden yazdığımı bilmediğim halde yazmaya devam eden bir insanım. Bizde geri vites yok yeğen.

-Kompleksli insanlara tahammülüm yok. Gerçekten yok. Soykırım yapabilirim. O derece.

-Her hangi elektrikli bir aleti (buna sarj aletleri de dahil) fişte bıraktığım zaman, anında yangın çıkacağını ve her şeyimizi kaybedeceğimi düşünüyorum.

-Evdeyken, sanki camdan biri girecekmiş gibi gelir bana. Giriş katında oturuyor olmamla alakası yok. 5. katta otururkende, camdan biri beni izliyormuş gibi hissederdim.

-Küçükkken hayali bir arkadaşım vardı. İsmi Kuki. Kime söylesem, sanki ruh hastası bir çocukluk geçirmişim gibi bakıyor bana. Bunu anlamıorum. Bence hayali arkadaşı olmayan bebeler de bi sorun var. He köpekti bu arada bu Kuki. Sabah öğle akşam gezdirmeye cıkardık annemle. Otobüste minibüste oda otururdu yanımızda. Annem 3 kişi parası verirdi hep. Bu böyle. Sonra kendi kendine kayboldu. Sanırım onla konuşmaya üşenir olmuştum ve hastalanıp ölmüştü sanırım. Eski evimizin bahçesine gömmüştük annemle.

-En uzun yazdığım madde, hayali arkadaşımla ilgili. Kendimi nerelerden atsam bilemedim şu anda.

-Bazen biri benimle konuşsa bile, duymamazlığa gelebiliyorum. Tamamen hayvanlığımdan.

-Tanıdığım birini görünce, selam vermeye üşendiğim zamanlar oluyor. Görmemezliğe gelebiliyorum. Tamamen hayvanlığımdan.

-Ha geçen günde K.K'yı rüyamda gördüm. Ağlıyodu falan. Diğeri de rüyama giricek die çok korkuyorum.

-Bazen zevk olsun die uyku ilacı içebiliyorum. Tatilde falan. Hiç bir neden yokken alınca, kendimi çok asi hissediyorum.

-Sabahları kahvaltı etmek yerine 3-5 tane ilaç içiyorum. Belli bir doygunluk hissi veriyor. Sonra çok acıkıyorum ama.

-Bütün bunlara rağmen çok komik ve eğlenceli bi insan olduğumu düşünüyorum. Kendi kendime eğlenebiliyorum. Kendime şebeklik yapabiliyorum.

-Daha fazla madde yazmaya üşeniyorum. Öpcüks şimdilik.

5 Mayıs 2011 Perşembe

Özlem

Özlem içindeyim şuanda. Farklı bir kafadayım an itibariyle. Özlediğim biri değil, insan değil yani. Bir duygu sadece. Bir hissin özlemi içindeyim, tam olarak ne olduğunu çözemediğim. Bir yazı okudum ve özledim sadece.

Hani böyle saf olmak gibi, mutlu olmak gibi özlediğim bu his. Hiç bir şeyi takmayacak bir rahatlığı da barındırmakta içinde. Ve eğlenceli de aynı zamanda. Ve mis kokuyor. Evet gerçekten özlediğim bir duygunun kokusu var şu anda burnumda. Zihnimde hayal ediyorum, karşımda durmuş el sallıyor bana. Ve sonra ben yanına gidince puf diye kayboluyor. Bir his çünkü o, bir duygu. Soyut. Sadece içimdeki varlığı somut. Oysaki hep kişileri özleriz. Eski aşkları, arkadaşları falan özleriz. Oysaki ne çok şey var şu hayatta özlenebilecek. Somut bile değiller üstelik.

Bir arkadaşım facebook hesabını 3 sene sonunda tekrardan açmış, ve 2008de yazdığım bir duvar yazısını okudum. Sanırım onun yüzünden böyle oldum bir anda. 2008 geldi aklıma, ne kadarda umrumda değildi. Ama 2008 yılında ne yaşadığımı pek hatırlamıyorum aslında. Sahiden, nerelerdeydim 3 sene önce, kimin elini tutuyordum, kimlerle içiyor gülüyordum? Hangi sınava çalışmak uğruna arkadaşlarla toplanıp sonra her şeyi bırakıp gece sokağa atıyordum kendimi? Hangi kitabı okuyordum? Acaba hangi filmle ağlıyordum? Ya da nasıl uyanıyordum acaba sabahları, şimdiki gibi küfrederek mi? Ya da nasıl uyuyordum geceleri. Yastığa kafamı koyunca saatler boyu dönüp duruyor muydum şimdiki gibi? Nelerin dedikodusunu yapardık kim bilir? Kim kimi sırtından vurmuştu en son? Ve biz hangi kavgaları ayırıyorduk, hangi kavgaların içinde buluyorduk kendimizi? Nerelerde yatıp, nerelerde kalkıyordum? Ve o zamanlar tekila içebiliyordum sanırım. Bize b.k atanlar, ne pisliklere bulaşıyorlardı acaba? Hiç ayılıyor muydum? Ya da hiç sarhoş olmuş muydum?

Var mıydı uzaktan uzağa beni seven ve benim farkında olmadığım mesela. Kimi kırmıştım acaba? Kime terbiyesizlik yapmıştım? Hangi hatalarımdan ders alıyordum? Hangilerini tekrarlıyordum? Cin olmadan adam çarpmaya çalışıyor muydum? Kimler dalga geçiyordu benimle ve ben nasıl duyuyordum her şeyi? Sahi neydi bütün bu soruların cevapları?

Evet özlediğim bir kişi, olay, durum değil. Özlediğim tüm bu cevaplar. Özlediğim sadece bir his.

Saf, mutlu,rahat, dertsiz, tasasız, biraz çakal, biraz sarışın.

Sanırım özlediğim, içimde kalıntılarını hissettiğim bir kendim sadece.

3 Mayıs 2011 Salı

Sevgili İnternetim



Sevgili İnternetim,

Seninle 14-15 sene önce tanıştım ben. Anadolu Lisesi sınavını kazanınca hediye edilen bilgisayarımdan sonra bir kablo aracılığıyla bağlanıyordum sana. Üstelik sana bağlanınca telefonumuzda meşgul çalıyordu. Üstelik o zaman cep telefonları böyle yaygında değildi. Bir tek babamda vardı evde. Arayanlar ulaşamazdı ama benim umrumda değildi.ICQ ve MIRC vardı o zamanlar. Icq numaramı hala hatırlarım. 49057795, ablamınki ise 10'la başlardı. O benden önce kullanmaya başlamıştı seni. O zamanlar klavyeyi bu kadar iyide kullanamazdım üstelik. Bir cümle yazmam 5. dk sürerdi.

Annem bana hiç cinsellikle ilgili bir şey anlatmamıştı, ama ben her şeyi senin sayende öğrenmiştim. İlk periyodumu görünce hiç şaşırmamıştım, ağlamamıştım. Zaten olması gereken buydu. Senin sayende öğrenmiştim. Ailem beni leylek masalıyla da kandıramamıştı. Yine senin sayende.

Bir çok konuyla ilgili bilgileri senden öğrendim ben. Her konuda 2-3 kelime konuşabiliyordum senin sayende. Bilmediğim bir kelime gördüğümde, sana soruyordum. Cahil kalmamak için çok konuştum seninle. Ailemin cevaplayamadığı her şeyi cevapladın. Bana  asla ihanet etmedin. Gerektiğinde beni uyardın, 'Bu sitenin içeriği senin için uygun olmayabilir' die. Sana hiç yalan söylemedim. Hep 18 yaşından küçüğüm tuşuna tıkladım. Küçüktüm ama zamanla öğrendim hangi siteye girip girmemem gerektiğini. Çünkü yanlışlar yapa yapa öğrendim, nasıl karar vermem, nasıl kendimi korumam gerektiğini bu sanal ortamda ve akabinde yaşadığımız gerçek Dünya'da. 

Ben senden öğrendim bu DÜnya'da sapıkların, tacizcilerin, manyakların olduğunu. Ona göre kuşandım, korudum kendimi. Ailem beni korumak için her şeyi yapıyordu ama Dünya toz pembe değildi. Senin sayende öğrendim tanımadığım insanlarla aslında konuşmamam gerektiğini. Senin sayende açtım gözlerimi Dünyadaki çirkinliklere.

Ama sonra sen bozdun. O kadar bozdun ki, terbiyesizleştin. Bozma dedim, yinede bozdun. O kadar bozdunki, şimdi devlet baba atıyor elini olaya. Sana 'Dur' diyor. 'Çocuklarımız öğrenmesin karar vermesini, çoçuklarımız öğrenmesin neyin zararlı olup olmadığını' diyor devlet baba. 'Çocuklarımız yerine biz karar verelim ne okuyup, ne öğreneceklerine' diyor. Demesi lazım zaten. Devlet baba çünkü o. O versin bizim yerimize karar. Önemli değil kaç yaşında olduğun küçüğüm, sen düşünme bunları.

Ve şimdi biz ayrılacağız yaklaşık 3 aylık bir süreç sonunda. Çünkü sen pis, çirkin, kötü, terbiyesiz, ahlaksız bir şey oldun. Dünyamız daha iyi bir yer haline gelsin diye, ayrılmak zorundayız seninle. Çünkü senin barındırdığın pislikler, sansürlenince,  kaybolacak.  Hem bu kadar bilgili, ve farkında olmamıza gerek yok. Gündemi takip etmemize gerek yok bizim. Özel isimler bile pisler hem. İsmi Haydar olandan korkmamız lazım. Ama içim rahat şimdi, çıkmayacak bu Haydar'lar şimdi karşıma.

O kadar rahatladımki senin sansürleneceğini öğrendiğimde. Ben çocuklarımı leylek masalıyla kandırabilceğim çünkü. O yasaklı kelimeyi aratıp bulamayacak benim yavrularım. Hem benim yavrularım, bilmeyecekler kötülük, sapıklık. Hele hele çıplak insan vücudu hiç görmeyecekler. Bilmeyecekler kendi vücutlarını, karşı cinsin vücudunu. Hem ben çocuklarımın yanında içki de içemeyeceğim. Bilmeyecekler madde kullanımını. Yanlış arkadaşlar seçecekler, çünkü bilmeyecekler tecavüz haplarının varlığını, böbrek mafyasının varlığını. Yanlış ortamlara girecekler, her gün olan kötülükleri, sanal ortamdan değil tam hayatın kendisinden öğrenecekler.

Hem benim yavrularım, bilmeyecekler karar vermesini. Ne söyleniyorsa onu yapacaklar. Kendi akıllarını kullanma yetisini kazanamadıklarından ben ne dersem onu yapacaklar. Düşünmeyecekler. Her şey onlar için düşünülecek zaten. Yasağa, 'Neden yasak?' demeyecekler. Ah ne kadar kolay olacak benim için çocuk yetiştirmek. Hem ben başarısız olursam, Devlet Baba yapacak bunu benim için. Kendimi kasmama ve senin düşünmene gerek yok küçüğüm.

Öyle işte, nası sevindim bu sansür olayına, anlatamam. Ama ben seni uyardım. Dinlemedin. Ben sana ağzının payını veremedim ama bak gördün mü? EMİR büyük yerden şimdi. Hakettin ama. Hadi Hepimizin Başı Sağolsun.

İnsanlık Dersi

Benim farklı hayallerim var diğer insanlardan. (Hayal bu farklı olacak tağğğbii) Mesela bizim okula gelip bazı topluluklara insanlık dersi verebilirim. Hemde bedeve. Gelecek kadar insan olma seviyesine ulaşsınlar yeter. Zaten o seviyede böyle konuşabilmek, yürüyebilmek falan. Homosapien (yanlış yazmış olabilirem) ol yeter! Sonra Gel, Ne olursan ol Gel!

GEL ve ADAM OL!

Adam olmayı kimse benden öğrenmeyecek tabi, o kadar da değil. Ama bu yaşam formları için, bunu utanmadan açıkça söyleyebilirim. Hiçte utanmam. 'Senden mi öğrenicez lan?' deseler, hiç çekinmeden, kimsenin arkasına saklanmadan 'Evet benden ÖĞRENECEKSİN!' derim.

Şu anda içimde olan sinir katsayısını kelimelere dahi dökemiyorum. Hani böyle kitlenirsiniz, konuşamaz olursunuz sinirden. Öyle bir şey. Kitlenir o sinir içinizde, kitlenir ve sizi felç bırakır. Öyle işte. Yemin ediyorum, 30 erkeğin içinde çalışıyor olsam, her gün ahlaksız teklif gelse, yinede tercih ederim. Onları şikayet edebilirsin çünkü, en kötü kovulursun. Başka iş mi yok? Ama burda öyle mi? Sen yanlış anlayacak kadar salaksın sana yapılan sözlü tacizleri. Yoksa asla senin anladığın gibi olamaz. Sen salaksın, sen sarışınsın. Hata sen, attığın her adımda sorunlarından bahsetmiyorsun die, yalancı da olursun. Azıcık problemlerinden uzaklaşmak için gülümsedin diye salaksın işte sen. Ötesi yok.  Hadi sıkıysa şikayet et, alırsın başka diploma. Alırsın alırsın, nah alırsın. Ananın gözünü alırsın. Hadi dene. Hadi..

Yok arkadaş, aklımdaki konuşmayı elbet yapacağım, o konuşmayı yapınca salonda tek bir alkış bile olmayacak.  Küfür olmayacak, isim vermeyeceğim ama herkes anlayacak hangi cümlenin kime dokundurulduğunu. 'Vay be biz kıza böle makara yapıoduk ama nelerle uğraşıyormuş' diyecek herkes. Sonra hiç bir şey değişmeyecek. Ama o kürsüde konuşurken göreceğim, o kızaran yüzlerini, göreceğim o kaçırdıklarını bakışlarını. Utanacaklar bu kadar saygısız, megaloman, terbiyesiz oldukları için.

Ve ben sokaktaki köpek pisliğine nasıl kafamı çevirip bakmıyorsam, onlarında suratlarına dönüp bakmayacağım.

Ceketimi alıp çıkacağım konuşma bitince kürsüden inip. Tek bir kişi bile alkışlayamayacak...

1 Mayıs 2011 Pazar

Not Here To Save You

I'm not here to save you"

"Seni kurtarmak için burda değilim."Gibi gibi. İzlediğim bir diziden sadece bir replik. Bazı basit cümlelerin, beni derin düşüncelere itmesi sadece benim suçum. Hepimiz kurtarılmayı bekliyoruz.  Hep bir bekleyiş içindeyiz.Yeni bir aşk, bir fırsat, bir mucize için bütün dualarımız.

Hepimizde eski bir aşktan kaçış var mesela. Yeni birisi çıksın, deli gibi sevelim tekrardan. O kişinin karşımıza çıktığına inandırarak kendimizi, ne yanlışlar yapıyoruz oysaki. Sırlarımıza yenilerini ekliyoruz, hatırlamak istemediğimiz anılar katlanarak büyüyor içimizde. Ağırlıkları çöküyor üstümüze. Kurtuluşun içimizde olduğunu bilmeden, kaçıyoruz bizi biz yapan aşklardan, sevgilerden. Anılara tahammülümüz yok. Yeni yanlışlar olsunki, eskileri düşünmeyelim.

Hep bir mucize bekliyoruz mesela. Borçlarımızı kapatacak bir para çıksın, her şey yine yolunda gitsin. Hayat bize adil olsun bir kere. Adalet bile bir mucize artık, umudunu kaybetmiş insanlar için. Her gece karamsar düşünceler yüzünden uyuyamaz oluyoruz. Her sabah somut bir mutsuzlukla uyanıyoruz bir kaç saatlik huzursuz uykulardan. Bir mucize gerçekleşsin biz uğraşmadan. İstiyoruz her gece.

Karşımıza koskocaman bir fırsat çıksın köklü bir değişim yaratacak hayatımızda. Bu yüzden gözümüzden kaçıyor ayaklarımızın dibinde olan minik fırsatlar. Çünkü onlar değiştirmeyecek asla hayatımızı temelinden. Değer vermiyoruz onlara. Gözümüz yükseklerde. Daha çok olmalı bazı şeyler. Daha büyük fırsatları değerlendirmek için harcamalıyız hayatımızı. Önümüzdeki ışığı göremeyecek kadar parlak ve yüce insanlarız çünkü biz.

Oysaki bütün bunlar bir yanılsama. Ne yeni bir aşk var bize eskileri unutturacak, ne bir mucize gerçekleşecek ve ne de hiç yoktan ortaya çıkacak bir fırsat. Her şey insanda başlayıp, insanda bitiyor. Aslında kimsenin kimsenin kurtarıcısı olmasına gerek yok. Hepimiz, kendimiz için birer kahramanız aslında.

Kendinden başkası sevmeyecek seni, sen kendini sevmeden, anılarınla barışmadan.

Kendinden başkası yaratmayacak senin için bir fırsat, eğer sen kendi fırsatını yaratacak güce sahip değilsen.

Ve mucizeler...Onlar çoktan tarihin sayfalarına gömüldü.

 Üstelik hiç birimiz şahit olmadık o mucizelere.

Hiç birimiz delmedik o dağları, ayırmadık denizleri. Ama hep bir mucize beklentisi içerisindeyiz. Ne kadar da anlamsız aslında değil mi?

Her şey bizde başlayıp, bizde bitiyor. Bizim fırsatımız, aldığımız nefeste. Tam şu anda, tam şu saniye de, kendi fırsatımızı yaratacak güçteyiz hepimiz. Bizim mucizemiz, düşünen aklımız. İnsan düşündüğünde, kim bilir ne mucizelere gebe. Ve o hep beklenen aşk ise, aslında hep bizimle. Ortaya çıkartacak, doğru insan aslında kendisi insanın.

Sen kendin için doğru olursan, elini tutacak insan, yakınında, çok yakınında hemde.  O yüzden,

Benim kahramanım olmana gerek yok, ve benden de seni kurtarmamı bekleme.

30 Nisan 2011 Cumartesi

Garip Hissediyorum

Çok garip hissediyorum bugun kendimi. Canım sigara içmek istiyor ama sigara yakınca rahatsız oluyorum gibi gibi. Birde çok konuşuyorum. Bu kadar çok konuşunca, birileri duyar ve görür sanıyorum illaki, fakat sanki kimse görmüyor beni, kimse duymuyor söylediklerimi. Sanki şimdi mesela puf die yokolsam, hiç bir şey değişmeyecek, kimsenin hayatında..(Yok en az 1 kişinin değişir, ama ölürümde söylemem kim die ;) )

Neyse bugun de şu Royal Wedding'in bu kadar gündem oluşturmasına kitlendim ben. Hakkaten çok mal bir milletiz. Bu böyle. En alt seviyeden, en üst seviyeye kadar bunu değiştirmek için yapılabilecek bir şey yok. Mevzu bahis zat-ı muhterem, tarih bilmez, kendisine yapılan haksızlıkları bilmez, Dünya görüşü yoktur, otursan 2 kelimeyi yanyana getirip kendi düşüncelerini ifade edemez, ama eline kağıt kalem tutuşturursan Sevgili Taze Prenses Kate'in gelinliğini gözleri kapalı çizer. Tamam her gün Kraliyet Düğünü olmuyor ama bi silkinip kendinize gelin ya. Hakkaten, binlerce km. ötedeki hayatınızda asla görmeyeceğiniz, sizin varlığınızdan haberdar bile olmayacak 2 insanın evlenmesine 1 gün ayıracak kadar mı boş zamanınız var sizin?

'Bana dokunmayan yılan bin yaşasın' tabi. O yüzden siz alıştığınız hayat şeklinde yaşamaya devam ederken, kim ne giymiş? Kim hangi ayakkabıya ne kadar vermiş? tartışırken aranızda, ülkenin elden gidiyor oluşu, pekte mühim bir mevzu değil nasılsa.

Kesin bende bir sorun  var arkadaş. Şükürki asla yoksulluk yaşamadım, kötü günler geçirmedim maddi olarak. Bilmem para harcarken düşünmeyi. Bu böyle. Ama yine çok şükürki, ailem bana başka konuları düşünme becerisini aşılayabilmiş. Bu yüzden ben bir yandan ayakkabı fotograflarına bakarken, bir yandan asalak gibi yaşayan tüketici zihin sahiplerini kınayabiliyorum. Royal Wedding'miş. Peh. Evet Türk Milleti için hayati bir önemi var o düğünün. Hadi kutlamaya gidelim bari.

Evet yazmayacaktım bunları fakat, nasılki, eski sevgililer okuyacak aman yazmıyım, aman bilmesinler diye tutmuyorsam kendimi, bu düşünceleri ifade ederkende engelleyemiyorum kendimi. Yazarken başka biri oluyorum çünkü ben. Ne gelirse içimden onu yazıyorum. Bazen de yanlış yazıyorum üstelik. Sonrada düzeltmiyorum.

Neyse, bu akşam Cuma akşamı. Şu saate kadar daha ders çalışmadım ve bu yüzden de bir gariplik içerisindeyim. 2 gün bitirme yapıcam haftasonu, haftaya da zaten 1 sınavım var. Sanki 1 gün durabilirim ya, sanki 1 gün boş boş gezinebilirim sevdiğim bloglar arasında. Sanki yapabilirim.

Evet yapıcam. Royal Royal takılın siz en iyisi. O değil de, balayına nereye gidiyorlarmış? Hadi Siz de gidin!

29 Nisan 2011 Cuma

Baslık bulamadım

Dün gece yine uykuyla uyanıklık arasında yazmaya çalıştığım şiirimsi zımbırtıyı görünce, anladımki öyle zamanlarda yazmamalıymışım. Yine de bunu farketmiş olmak, yazdığım zımbırtının anlamsızlığını, anlamlı hale getirmiyor. Ama silmekte olmaz şimdi. He birde, uykuyla uyanıklık arasında telefon kolumun uzanabilceği bir yerde durmamalıymış.( Yastığımın hemen yanı, evet telefonumla uyuorum ben!)

Çok sinirlendim yine bugun. Anladımki benim derdim artık okulmuş dersmiş değil. Benim derdim daha derinde. Benim derdim, kendine Hoca diyen insanların insani değerlere ve saygıya sahip olmaması. Bu kadar basit. Benim derdim, bu kişilerin haysiyetsizliği, karaktersizliği, yalancılığı. Benim derdim laflarının arkasında durmaktan aciz olmaları. Fakat daha fazla ayrıntı vermeyeceğim, malum bir ayı bir de dayı var mevzu bahis.

Neyse sonra başıma başka saçma sapan şeyler gelmeye başladı. Muhtemel şakacı bir arkadaşım, sahip olduğum 3-5 şifreyi kullanarak komik olmaya calışmakta. Gerçi zaten ben niyeyse şifrelerimi hiç gizlemem, söylerim yani. Ama son zamanlarda biraz bokunu çıkardım galiba. Neyse bütün şifrelerimi değiştirdim artık. Yeni bişi. Kimse bilmiyor. Ölürümde söylemem. Lakin öyle bir şey yapmışki bu şakacı arkadaşım, (rezil olmak*10) falan değerinde. Neyse Allah daha kötüsünden korusun diyelim, geçelim. Ah ama ben seni bir yakalarsam, eşek şakası neymiş görürsün sen. Ayrıca küsüp konuşmamayı da çok severim. Yapabilirim yani ona göre. Sakın karşıma çıkıp ' Eheuhehuehuhe bendim lan bendim. Naptım naptım farkettin mi? eheuheuehh' deme. Ağzını burnunu kırarım. Seni tüm İstanbula rezil ederim. (Evet perdelerimi indirince, bir çirkef çıkıyor içimden) Haberin olsun KANKA!

Son zamanlarda farkettiğim bir şey var. Eğer internet ortamında fenomen olmak istiyorsanız, cinsellikten bahsedeceksiniz. Açık saçık konuşacaksınız, küfür edeceksiniz. Benim arada sırada yaptığım gibi insanlıktan, devlet&dünya sorunlarından bahsetmeyeceksiniz. Varsa yoksa yatak muhabbeti olacak. Bunları normal yazılarınızda satır aralarına da serpiştireceksiniz. Öyle sosyal mesaj, duygularımızı paylaşalım falan değilmiş bu işler. Neyse sinir oluorum bu duruma, oraya bağlayayım konuyu. Ama malesef  'Sex sales, money talks'. Bu burda da böyle, her yerde olduğu gibi.

Neyse ben öle bi yazıyım demiştim yine. Saçmalık düşüncelerimin yansımalarına şahit oldunuz. Fazla uzatmıyorum. Mucks.

28 Nisan 2011 Perşembe

Ne yendim Ne de yenildim

Tanri'yi bulmak icin degildi
Attigim adimlar
Kendimi bulmakti yolculugum
Minik adimlarim cignedi
Bitmeyen yollari
Uzamadi boyum
Istedigim kadar
Zaten saclarim da
Ulasmadi hic belime
Aramadim hayali bir guc icimde
Hep istemediklerimi basardim
Basladim bir bitmeyene
Sonunu goremedim
Uykusuz gecelerde
Alisti karanliga bedenim
Oyuncaklarimi hic kaybetmedim
Olsun zaten
Ben ne yendim.
Ne de yenildim.
Bir kus oldum da havalandim.


BlogBooster-The most productive way for mobile blogging. BlogBooster is a multi-service blog editor for iPhone, Android, WebOs and your desktop

27 Nisan 2011 Çarşamba

Full-time Uyanıklık

Uzun zamandır uyandığım gibi yazı yazmıyordum. Aslında tamda uyumak denemez yaptığım eyleme. Kendi kendime çok kötü bir gece sabah ve öğlen geçirdim. Nie böyle oldu bilmiyorum.

Uyumaya çalışıpta uyuyamadığım çok zaman vardır benim. Ama en kötüsü hep uykuyla uyanıklık arasında kalıp, saçma sapan rüyalar görürken bilincinizin dış Dünya'ya açık olması sanırım. Ne tam uyuyabiliyorsunuz ne de tam uyanıksınız. Berbat bişi. Beynim  devamlı çalışırken, vücudum ise yorgunluktan kendini kapatınca  böyle tecrübeler yaşayabiliorum işte.

Bir sürü işim vardı bugun yapmam gereken. Tabiki bu halde kalkınca yataktan hepsini iptal etme isteği dogdu içimde. Bu iptal ettiğim planlar yüzünden, yarınlar bana ne getirir bilinmez. Yalnızca biraz huzur istiyorum şu anda. Bu kadar çok şey düşünmek istemiyorum. "Düşünüyorum, öyleyse varım" diyen Descartes'a selam olsun şu andaki ruh halim. Yorgunum çok yorgun hemde. Hadi en ufak olayı bile kendime dert ediyorum, orası tamam, ama bari düzgün bir uyku uyuyabileyim. Rüyalarımda çok enteresandı ayrıca. Yukarda anlattığım gibi bir gece geçirmeseydim, kesin mutlu uyanırdım. Gerçek hayatta yapmak istediğim herşeyi, görmek istediğim herkesi, rüyalarımda gördüm. Fakat işte o beynim yok mu o beynim. İllaki bozacak her şeyi.

Son 34 gün kaldı, buraya kadar nası geçti zaman anlamadım bile aslında. Ama çok zorlu bir ay var önümde. Daha güçlü, daha kendinden emin, daha planlı/ programlı olmalıyım. Uykuya ayırdığım zamanlarda, gerçekten uyumayı başarmalıyım. Ders çalışmaya ayırdığım zamanda çok verimli çalışmalıyım. Kafamda oturttuğum zaman çizelgesi mükemmel işlemeli. Arası yok. Bütün bu gel-gitlerim, mükemmelliyetçilik duygumdan kaynaklanmakta. Aklıma bu aralar çok ihtiyacım var. Her şey tam olmalı. Ama işte olamıyor. Bende kendimi daha çok geriyorum.

Ayrıca ciddi anlamda çalışmak istiyorum artık. Hakkaten çalışmak. Çalışıyor olsam, ne kadar yorulup yorulmadığıma takılmayacağım bu kadar. İş hayatının öğrencilikten zor olduğu tamam kabulumdur. Eywallah. Ama okulu uzatınca böyle bir sıkıntı oluşuyor. Ulaştığınız hayat görüşü ve olgunlukla sadece öğrenci sıfatına sahip olmak koyuyor adama. Sadece öğrencisin işte. Yerdeki çöp kadar değerin ya var ya da yok. Bizim bölümde bu böyle en azından.

Neyse hadi ben ders çalışmaya başlayayım en azından. Olduğu kadar demek yetmiyor bana. Ama hakkaten olduğu kadar demekten başka bir çıkar yolum yok

Yazalım Bakalım

Tamamiyle kendimi rahatlatmak adına yazıyorum su anda. Saçmalayacağım, bence okumayın. Sosyal mesaj yok, duygu yok, isyan yok (belki olur söz veremem). Uyarmadı demeyin. Ne kadar saçma yazmış demeyin. Bu böyle. Bu yazı böyle olacak.

Yarım saat önce girebildim eve. Sokaklarda sürtüyor oluşumun tek nedeni ders çalışmak. Beni ders çalıştıracak arkadaşlarla buluşmak falan falan vs.vs.vs. Ve cok yorgunum ve 200 küsür sayfa calışmam lazım. Hiç bir şey bilmiyorum. Dersin kültürü, ana fikri bile mevcut değil bünyemde. O derslere girmeyen kafama ediyim ben! (Ünlem)

Neyse çok yorgunum evet. Yazmakta bile zorlanıyorum suanda. Zira devamlı yanlış yazdığım için, ilerliyor yanlış yazdığım kelimeler, ve backspace tuşuyla geriliyor. Bazen cursor farklı satırlara atıyor kendini vs. vs. vs. Eskiden böyle miydi? Alırdım kalemi kağıdı elime, yazar yazar dururdum. Daha bir duygulu yazardım öyle. Şimdi bilgisayarda yazmaya başladıktan sonra, elim kağıt kalemi sadece ders çalışmak için tutuyor. Nays.

Artık rüyalarımda gülüyorum ben ya. Kendi kahkahalarım, uyandırıyor beni. Nedendir bilinmez. Sanırım bu kadar huzursuz ve sinirli olmaya alışık olmayan bünyem, bilinçaltında atıyor gün içinde atmak istediği kahkahaları. Rüyalarımda mutluyum en azından bu aralar. Bir aralar bilinçaltım tarafından yapılan acımasız saldırılara maruz kalıyordum. Eh buaralar iyi anlaşıyoruz demekki.

Bu gün erkek arkadaşıma en gereksiz triplerden birini atmış olabilirim. Anlatmıyorum bile. Hatta o kadar anlamsızdı ki, attığım anda tribimin anlamsızlığına güldüm. Zaten o da beni gülerek aradı : 'Firste tribi olmamış bu, bildiğin kız tribi olmuş hayatım. Nie öyle oldu? :) gülücük' şeklinde açtığı için telefonu gülmeye devam ettim zaten. Hani Firste tribi başka,  kız tribi başka. Gizli iltifatlar ve sevgi var o cümlede. 'Sen diğer kızlardan farklısın' manasında. Tabi ki bu şekilde ifade etmesi bana yetmedi ve söylettim o cümleyi. Duydum, rahatladım. Daha çok gülüştük. Sonra o bana türlü sevimlilikler yaptı, keyiflendim. Keyiflendim de naptım, ders çalışmaya devam ettim olsun.  Kız tribi olmayan, Firste triplerimi seviyorum. Böylece kız tribi attığım zaman, ne kadar sıkılmış olduğumu anlıyor, keyfimi yerine getirmeye çalışıyor. Öyle işte.

Sevgili Aylo su anda yanı başımda ama benle muhattap olmaktan kaçınıyor sanıyorsam şu anda. Zaten söylediklerini de duymamazlıktan geliyorum. İç sesimle konuşmaya gücüm var şu anda bir tek. (Böyle devrik bi cümle de yok yani) Birazdan Topik gelicek hoplaya zıplaya. Mal gibi bakıcam suratına muhtemelen. Sonra o benle dalga geçicek. Falan falan. Nan bende geleceği görüyorum baya baya işte. Zor değilmiş o kadar.

Neyse sayfalar dolusu formul, soru, konu anlatımı, tanım beni bekler baya baya sayfalar işte. 212 Sanırım. Ha sınavda perşembe gunu. Birde cuma günü var bi sınavım. Elektrikten aldığım teknik seçmeli, ona da bütün konular dahil. Ne kadar mutluyum anlatamam.

Artık her saatimi bile planlamaktan yoruldum arkadaş, çok yoruldum hemde. Mesela bir yemek yiceksem bile biriyle buluşup, o ayarlamayı yapmak uzun bir process sonucu oluyor. Yer değiştiren planlar programlar. Aynı anda bir çok yerde olmam gerekiyor çoğu zaman. Olamıyorum. Olmak istiyorum. Bana 12 saat versinler, o 12 saati plansız yaşayayım. Nolur nolur nolur. Çok ihtiyaç içindeyim.

24 Nisan 2011 Pazar

Huzur

Huzur,

Süslü kelimeler olmadan,

Saf, sessiz huzur.

İzleyen bir çift göz,

Göz göze gelince parıl parıl olan.

Varlığıyla neşe veren

Bir çift göz, kahverengi.

Yeşili tamamlayan.

Bir tebessüm dudakta,

Paylaşılan karşılıklı.

Bir şarkı,

Beraber söylenen.

Ve sımarıkça aşk sözcükleri.

Öpücükler,

Yanaklarda karşılık bulan.

Ve sarılmalar,

Sıkı sıkı, bırakmamacasına.

Huzur,

Süslü kelimeler olmadan,

Saf, sessiz, temiz huzur.

Ve aşk,

Yanan alev alev,

Her gün büyüyen Aşk.

Bir Şarkı, Beraber Söylenen